Perdeden tavşan çıkacak
BURÇİN S.YALÇINSihirbaz der demez sizin hafızanız David Copperfield’a sarılabilir. Ama
sinema sanatı için gözleri yanıltmada bir numaralı usta Harry
Houdini’dir. Yeteneğiyle 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde illüzyon
sevenlerin gözünü türlü çeşitli kandırmacayla boyayan bu adam, bu hafta
da sinemalarımızda sahneye çıkıyor… Bir sihirbaz ile bir film yönetmeninin hedefleri bir bakıma
aynıdır: İzleyicisinin gözünü boyayarak tanık olduğu yanılsamaya
inanmasını, hadi daha hınzırca söyleyelim, kanmasını sağlamak… Biraz da
bir ipte iki cambaz oynamaz misali, sinema sanatı sihirbazlardan büyük
kahramanlar yaratmaktan hep kaçındı… İstisnalar elbette oldu ama
düşünün bir: İnsanın ağzını her daim açık bırakan böylesine özel bir
meslek erbabına dair en görkemli sinemasal anınız nedir? Şundan birkaç sene öncesine kadar sihir ve sihirbazlar üzerine
izlediğiniz film sayısı bir elin parmaklarını zor bulurdu. Lakin bu
hafta gösterime giren “Death Defying Acts / Öldüren Cazibe” son
yıllarda sihirbaz filmleri furyasına ilişen taze bir halka olarak
hepimize sırıtıyor… Ve bu eğilimin arkasının geleceğini sanki
müjdeliyor.
Ne var ki, iyi biliyoruz, bir filmin veya bir sihirbazın
karşısına otururken sözsüz bir kontrat da imzalamış oluruz onlarla:
Karşımızda olup bitenlerin gerçekliğinden şüphe etsek de, ona şaşırmak,
inanmış gibi yapmak boynumuzun borcudur. Halbuki her ikisinin
‘numarası’nın da arkasında bir bit yeniği vardır.
İşte “Öldüren Cazibe” baştan sona öyküsündeki illüzyon
numaralarını birer düzmeceler silsilesiymiş gibi diziyor. Turnesinin
Britanya ayağı sırasında, ünlü sihirbaz Harry Houdini’ye (Guy Pearce)
hırslı bir İskoç medyum olan Mary McGarvie (Catherine Zeta-Jones) ve
kızı Benji (Saoirse Ronan) tarafından meydan okunur. Maksatları,
Houdini’nin geçmişinde annesiyle yaşadığı anlara tekabül eden ve bugün
dahi onu derinden etkileyen olayları su yüzüne çıkarmaktır. Başlarda
hem McGarvie’nin hem de Houdini’nin numaralarının arkasındaki
hinlikleri görürüz. Bu sırada aralarında patlak verecek aşk, ikisinin
de sahne performansına olumlu tesir etmez. Houdini’nin umut ettiği
ruhsal sağaltım ise hiç beklemediği bir şapkadan ansızın çıkacaktır.
Avustralyalı yönetmen Gillian Armstrong, doğrusunu isterseniz
illüzyonun göz boyayıcı yönüne fazla prim vermeden, tüm dünyayı
kandırabilecek denli yetenekli iki insanın birbirini kandırmakta ne
kadar zorlanabileceğinden söz ediyor uzun uzadıya. Ayrıca, ikisinin
arasındaki aşkın da bir göz boyama mı olduğundan bir türlü emin
olamıyoruz… “Öldüren Cazibe” biraz bu yönüyle öncüllerinden ayrılıyor.
İskender Tünaydın’a günaydın!Özellikle 2006, illüzyon bakımından her şapkadan ayrı
tavşanların fırladığı bir yıl olmuştu. “The Prestige / Prestij”, “The
Illusionist / Sihirbaz”, yerli malı “Hokkabaz” ve bizde gösterime
girmeyen “Scoop”, merkezine sihirbazları alan filmler olarak sinema
tarihinde iz bırakacaklar.
“Prestij” içlerinde en popüler olanıydı. Michael Caine’in
canlandırdığı Cutter’ın sözleriyle açılıyordu film: “Her sihir numarası
üç aşamadan oluşur: Birinci bölümün adı ‘vaat’tir. Sihirbaz size
sıradan bir şey gösterir; bir deste kart, bir kuş veya bir adam… Size o
nesneyi sunar. Hatta gerçek ve normal bir şey olup olmadığını kontrol
etmenize müsaade eder. Ama tabii ki normal değildir. İkinci bölüm
‘dönemeç’tir. Sihirbaz o olağan şeyi alıp olağandışı bir şeye
dönüştürür. İşte artık bir sırra bakmaktasınızdır. Ama elbette olan
biteni anlamanıza imkan yoktur, çünkü gerçekte görmüyorsunuzdur. Bilmek
de istemezsiniz. Kandırılmak hoşunuza gider. Hemen alkışlamazsınız ama.
Çünkü bir şeyi yok etmek yetmez; onu geri de getirmelisiniz. İşte tam
da bu yüzden her sihir numarasının üçüncü bir adıma gereksinimi vardır.
En zoru da zaten bu bölümdür, biz ona ‘prestij’ deriz.” Amerikan
sinemasının aynı kuşaktan iki yetenekli jönünü, Christian Bale ile Hugh
Jackman’ı karşı karşıya getiren ve soluk soluğa akan bu filmi, açıkçası
bundan daha iyi özetleyecek cümleleri bulup çıkarmak zor. Her iki
sihirbaz, film boyunca görmelere seza bir prestij mücadelesi
veriyorlar.
Tıpkı “Prestij” gibi 19. yüzyılın sonlarında geçen “Sihirbaz”
da polisiyeyle soslanmış öyküsü ve Edward Norton’un elinden çıkan cazip
illüzyon gösterileriyle, meraklısı için bulunmaz bir nimet. Bu kez
sihir numaraları sayesinde sınıf atlayıp sevdiği kızı hükümdarın
elinden kapabilmek uğruna kullanan sihirbaz Eisenheim’ı izliyoruz.
Kaldı ki, “Sihirbaz” öteki filmlerin aksine sihirbazının ipliğini
pazara çıkarmaktan ısrarla imtina eden bir film. Ama gene de ortak bir
noktada buluşuyorlar: Eisenheim’ın yaptığı son gösteri, sadece şeytana
değil, polis müfettişi Uhl’a (Paul Giamatti) da pabucunu ters
giydirecek türden...
Tesadüf işte, Cem Yılmaz’ın “Hokkabaz”ı o yıl bu iki filmi
takiben vizyon yüzü görmüştü. Fakat Yılmaz, emsallerinin tersine,
sihirbazının görkeminden değil de, sakilliğinden ve sakarlığından
beslenen bir sinemanın peşindeydi. Onun sihirbazını özel kılan da zaten
son gülenin İskender Tünaydın olamayacağını ta en başından beri
bilmemizdi. Yoldaşı Maradona (Tuna Orhan) ve babası Sait Tünaydın’la
(Mazhar Alanson) birlikte çıktığı bir Anadolu turnesi esnasında bir
‘düğün işi’ alan İskender, ne yazık ki gelini kaybeder ve Cutter’ın
sözünü ettiği üçüncü aşamada prestiji bir türlü kurtaramaz. Bu kez de
köylüler onu ikiye bölmek isteyeceklerdir.
O yılın en çok izlenen Türk filmlerinden olan “Hokkabaz”, Cem
Yılmaz’ın -ortak yönetmen Ali Taner Baltacı’yla birlikte- kendisini
yönetmenlik anlamında da bir hayli geliştirdiğini gösteren bir film
olarak aklımıza kazındı. Bir sihirbaza beden veren bir başka komedyen de Woody
Allen’dı. Son dönem işlerinden “Scoop”ta da sihir hikayenin ana
temalarından biriydi. (Orada da Hugh Jackman vardı.) HH Bir dizi
cinayetin etrafında şekillenen öyküyü ise Allen ne yapıp edip eğlenceli
bir numaraya dönüştürmeyi başarıyordu. Anlayacağınız, sihirbazlar beyazperdede de prestij peşinde. Ve
görünüşe bakılırsa, izleyici de perde gerisinden onların ne haltlar
karıştırdığını görmekten hiç şikâyetçi değil…