Alamancı sinemacı
BURÇİN S.YALÇINAlmanya’daki üçüncü kuşak Türk kökenli yönetmenler artık seslerini daha
gür çıkarıyor. Daha fazla film üretiyor, Alman sineması içerisinde el
yordamıyla yollarını bulmaya çalışıyorlar. Fatih Akın’ın öncülüğündeki
bu kuşağın filmleri artık festivallerden sonra Türkiye vizyonuna da
sıçrıyor.
SETİ BOŞALTIN ALMANYA’DAN YÖNETMENİM GELECEKŞubat 2004’te Fatih Akın 54. Berlin Film Festivali’nde “Duvara
Karşı”yla Altın Ayı’yı havaya kaldırdıktan sonra “Bu ödül benim
kuşağımın ödülüdür” diyecekti. “Ödülü Almanya’daki benim neslime
armağan ediyorum.” Aynı ödülü en son bir Türk’ün -1964’te “Susuz
Yaz”la- almasından bu yana 40 yıl geçmişti. İşin tuhafı bir Alman’ın
aynı ödülü avuçlamasından bu yana da 18 yıl… Kendi ülkesinde düzenlenen
dünyanın en köklü festivallerinden birini kazanmak için Türk kökenli
bir yönetmene teşekkür edecekti Almanya. Epeyce güneyde, Anadolu
topraklarında ise Türkler aynı başarıdan göbek atmaktaydılar. Ortada
tek bir yüksek paye, sevinen iki ülke vardı: Sinemanın birleştirici
gücüne bundan daha güzel bir örnek gösterebilir misiniz?
Bu başarı kuşkusuz spotların Almanya’daki Türk veya Kürt
kökenli sinemacılara çevrilmesine neden oldu. Kapıyı Akın kırmış gibi
görünse de bir süredir Alamancı Türkler zaten sektörde var olabilmek
için çırpınıyorlardı. Hamburg’da güzel sanatlar okuyan bu genç adam daha önce “Kısa
ve Acısız” filmiyle Martin Scorsese’ye Almanya’dan bir veliaht
geldiğini müjdeler gibiydi. Geniş bir etnik yapıya sahip Hamburg
sokaklarındaki küçük suçluların hikâyesini anlatan o filmi “Temmuz’da”
izleyecekti. “Tam olarak ne Türk ne Alman sinemacısıyım” diyecekti
Akın. “Ben kendimi daha ziyade dünya sinemacısı olarak ispatlamak
istiyorum.” Bu arada kalmışlık duygusu Akın’ın aşağı yukarı tüm
filmlerine sinmiştir. Hatta sınırlardan hiç hazzetmediğini
“Temmuz’da”da göstermişti. Üçüncü filmi “Solino”nun önemli bir bölümünü
İtalya’da çekmiş, pek parlak eleştirilerle karşılaşmamış; ancak “Duvara
Karşı”yla deyim yerindeyse sinemasal anlamda yeniden doğmuştu. Bu,
kendisiyle birlikte anılan kuşağın üzerine artık daha büyük bir
sorumluluk yüklemişti. “Artık zorluklar şimdi başlıyor,” demişti
“Duvara Karşı”dan sonra. “Alman sinemasına egzotik bir hava, yeni bir
akıntı getirdim. Ya da getirdik. Ayşe Polat, Yüksel Yavuz gibi
arkadaşlarla.” O zamandan bu zaman Fatih Akın’ın Türkiye’yi tanıma
süreci de hızla arttı. Müzik belgeseli “İstanbul Hatırası: Köprüyü
Geçmek” bu ülke müziğine dair yabancı gözle düşülen ve becerikli bir
ressamın elinden çıktığı belli olan bir karalama defteri gibiydi. Ve
sonra geçtiğimiz sene hepimizi heyecana gark eden “Yaşamın Kıyısında”
geldi. Film sadece Almanya’da değil, ülkemizde de hayli ilgi gördü.
Hamburg: Acı kentTürkiye’den oralara göçmüş Akın gibi pek çok yönetmen de Hamburg
çıkışlı. Kısa filmler çekerek sinemaya başlayan alaylı bir diğer
yönetmen, sekiz yaşındayken ailesiyle Malatya’dan Almanya’ya göç etmiş,
halen Hamburg’da yaşayan Ayşe Polat. 90’larda çeşitli festivalleri
dolaşan kısa filmleriyle nam salan Polat, 1999’da “Yurtdışı Turnesi”yle
ilk uzun metrajını yönetti. Beş yıl sonra “Koru Kendini”yi çekti. O da
kendiyle aynı kuşak ve uyruktan insanların, göçmenlerin hikâyelerine
odaklandı.
Polat’ın aksine Almanya’da sinema eğitimi aldıktan sonra kısa
filmciliğe soyunan Buket Alakuş da Hamburg tayfasından. Nursel Köse’nin
oynadığı ilk uzun metrajı “Anam”la Avrupa’nın çeşitli festivallerinden
bir deste ödül kazanmıştı. Almanlar nedense ona “Dişi Fatih Akın”
diyor. İkinci filmi “Başka Bir Lig”i ise 2006’da yönetti. Şu sıralar
üçüncü filmini tamamlamış olmalı.
Uzun yıllar Almanya’daki sinema sektöründe adeta tırnağıyla
kazıyarak yükselen Züli Aladağ ise kısaları takiben ilk uzun metrajı
“Fil Yüreği”nde dönemin yükselen Alman jönlerinden Daniel Brühl’ü
oynatmış ve bizim festivallerimizi de dolaşan film epeyce başarı
kazanmıştı. Almanya’nın entegrasyon politikalarındaki gedikleri işaret
eden, özellikle televizyon için çekilmiş çalışmalarıyla tanınıyor
Aladağ.
42 yaşındaki Thomas Arslan da yıllardır sektörün önemli
isimlerinden. İki yıl önce “Uzaktan” adlı filmi Berlinale’de Panorama
bölümünde gösterilen Arslan şöyle demişti: “Hiçbir zaman Almanya benim
birinci, Türkiye ikinci vatanım diyemem. Benim anavatanım Berlin. Çünkü
eşim, oğlum, arkadaşlarım, tüm sevdiklerim burada. Ama Türkiye’yle
bağlarım tabii ki var; çünkü babam Türk ve hâlâ orada yaşayan
tanıdıklarımız var.” Alman asıllı bir anne ve Türkiyeli bir babanın
çocuğu olan Arslan, İstanbul’da başlayıp Doğubayazıt’ta son bulan bir
öyküye soyunmuştu “Uzaktan”da.
Alman sokaklarındaki hiphop çetelerine sızıp oradan grafiti
sanatçısı olarak çıkan Neco Çelik ise Berlin doğumlu alaylı
yönetmenlerden. “Her Gün” ve “Kent Gerillaları” çektiği iki filmin adı.
2006’da Türkiye’ye gelip Haluk Bilginer, Ata Demirer, Metin Akpınar,
Eyşan Özhim, Özkan Uğur ve Janset gibi pek çoğu ‘yıldız’ isimlerle
“Kısık Ateşte 15 Dakika”yı yönetmiş, lakin üzerimizde pek de iyi
anamadığımız bir iz bırakmıştı. Festival takipçilerinin 90’larda “Misafir İşçi Babam”
belgeseli ve “Nisan Çocukları” isimli filminden hatırlayabileceği Kürt
kökenli Yüksel Yavuz’un 2003’te Cannes’ın yan bölümlerinden birinde
gösterildikten sonra ülkemizde de vizyona giren “Küçük Özgürlük” filmi
Baran adında eşcinsel bir Kürt gencini peliküle kaydediyordu. Yavuz’un
sinemaya başlamasında da aile tarihinin önemli bir payı var. Ona göre,
Türkiye kökenli yönetmenlerin kendilerini göstermeleri biraz da Alman
sinemasının 90’lı yıllar boyunca yaşadığı irtifa kaybından kaynaklandı.
“Biz film çekmeye başladığımızda büyük bir boşluk vardı.” diyor Yavuz:
“Alman filmlerinin o standartlaşmış anlatım kalıplarını kırarak, yeni
yüzler, yeni öyküler anlatarak ilgi çektik. Kendimize özgü sinema
anlayışımızı ortaya koyduk, tabii burada kendine özgü derken Fatih
kendine göre yapıyor, ben kendime göre. Bunu bir de Alman geleneğinin
dışına çıkarak yapınca ilgi çekti.” Ne olursa olsun, Türkiye’den yıllar önce oraya göçmüş
ailelerin çocukları bugün Alman sinemasına yeni bir soluk getirmiş
durumda. Üstelik her geçen gün iki ülke sineması arasında ‘entegrasyon’
daha da girift bir hal alıyor. Bu hafta vizyona giren “Chiko”da olduğu
gibi… Fatih Akın’ın kanatları altında ilk filmini çeken genç yönetmen
Özgür Yıldırım, başroldeki Türk gencini Alman aktör Denis Moschitto’ya
oynatmış. Bunun adı hakikaten entegrasyon değil de nedir, söyler
misiniz?