| DELPHIN
|
İstatistik
|
Konu |
Yazan |
GöndermeTarihi |
|
| Paz Ağus. 30, 2009 5:57 am
|
|
| Perş. Haz. 18, 2009 2:24 pm
|
|
| C.tesi Haz. 13, 2009 3:42 pm
|
|
| Cuma Haz. 12, 2009 11:53 pm
|
|
| C.tesi Mayıs 30, 2009 5:34 am
|
|
| C.tesi Mayıs 30, 2009 4:47 am
|
|
| Cuma Mayıs 22, 2009 5:16 pm
|
|
| C.tesi Mayıs 16, 2009 8:34 am
|
|
| Perş. Mayıs 14, 2009 6:55 pm
|
|
| C.tesi Mayıs 09, 2009 10:04 am
|
|
| Çarş. Mayıs 06, 2009 12:49 pm
|
|
| Ptsi Mayıs 04, 2009 2:29 pm
|
|
| Cuma Nis. 24, 2009 9:10 am
|
|
| Cuma Nis. 24, 2009 5:57 am
|
|
| C.tesi Nis. 11, 2009 11:47 am
|
|
| Cuma Nis. 03, 2009 4:35 pm
|
|
| Paz Mart 29, 2009 11:22 am
|
|
| Salı Mart 17, 2009 2:18 pm
|
|
| Perş. Mart 12, 2009 7:15 pm
|
|
| Salı Mart 10, 2009 11:49 am
|
|
| CİHAD | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:36 pm | |
| CİHADIN MA’NÂ VE EHEMMİYETİ
Cihad, Arapça bir kelime olup, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi ma’nâlara gelir. Ancak bu kelime, İslâm’la birlikte, “Allah yolunda kavga verme”nin adı olmuştur. Bugün, cihad denince akla gelen tek ma’nâ budur.
Yeryüzünde cihaddan daha büyük bir vazife yoktur; olmuş olsaydı, Allah (cc) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi. Cenâb-ı Hakk’ın cihad ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeyi getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir. Hazret-i Adem’den bu yana, nebî olsun, velî olsun Allah’ın bütün seçkin kulları, bu seçkinliğe büyük ölçüde kılıçların gölgesi altında ve nefis muhâsebesi sâyesinde ulaşabilmişlerdir.
Cihad, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi ameliyesidir. Bir bakıma cihad, insanın yaratılış gayesidir. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hakk katında cihad çok mühimdir, çok mübeccel ve mukaddes bir değere sahiptir.
Hiçbir mazeretleri olmadığı halde cihaddan geri duranlarla, durmadan cihad eden ve ömürünü bu uğurda tüketen insanlar arasında başka amellerle kapatılması mümkün olmayan büyük derece farkları vardır. Bu ma’nâyı ifade eden âyette meâlen şöyle denilmektedir:
“Mü’minlerden geçerli bir özrü olanlar dışında oturanlar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenlerin derecelerini oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) va’detmiştir ama, mücâhidleri oturanlara nazaran çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır”. (Nisâ, 95)
En son ultrAslan tarafından Perş. Haz. 26, 2008 9:45 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:36 pm | |
| CİHAD, PEYGAMBER MESLEĞİDİR
Allah yolunda mücâdele eden ve da’vâsını anlatmayı kendine gaye edinen, kat’iyyen diğerleriyle aynı seviyede mütalâa edilemez... Şundan ki, hemen her insanın bir mesleği ve bu mesleğin gerektirdiği birtakım vazifeler vardır. Meselâ, bir berber, bir marangoz, bir saraç veya bir başka meslek erbâbının mesleğinde kendine ufuk- nokta tayin ettiği bir hedefi bulunur ve yerini, hâl-i hazır durumunu bu hedefe göre değerlendirir. Ayrıca her meslek, kendisi için belirlenen ufak-nokta nisbetinde bir kıymet ifade eder. Yani, söz gelimi, bir berberin neticede ulaşacağı nokta ne ise, berberin de, berberliğin de değeri bir bakıma o kadardır. Daha ötede, milletvekilliği, başbakanlık, hatta cumhurbaşkanlığı da birer meslek ise, aynı değerlendirme bunlar için de geçerlidir. İşte, peygamberlik de böyle bir meslektir; Allah’ın bazı müstesnâ insanlara verdiği en kutsi bir meslektir. Peygamberlerin vazifesi, Allah’ın anlatılması ve Allah’tan aldıkları dinin tebliğidir. Bu sayede peygamberler, başlangıcı-üzerinize bulaşsa- yıkamak mecburiyeti duyacağınız bir damla kerih su, sonu çürüyüp kokuşmaya mahkûm bir ceset olan insana sonsuzluk ufkuna ulaşıp ebedileşmenin ve yücelikler yurduna yerleşmesinin yollarını öğretirler.
Peygamberlik mesleğinde mukadder hedef Allah’ın tanıtılması ve insanlığın O’nu tanıyarak sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi çizen insanın, yeniden dönüp bir arşiye çizerek Allah’a ulaşması.. şu fânî alemde beka cilveleri göstermesi.. yoklukta varlığa âit renklerle oynaması ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olmasıdır. Öyle zafer takı gibi bir gökkuşağı ki, onun altından bir kere geçilir ve gidilir. İşte, ebede namzed olarak gelen insanın mâhiyetindeki bu hakikatı tahakkuk ettirenler de nübüvvet vazifesini yerine getiren peygamberlerdir.
Dolayısıyla peygamberlik, Allah yanında en nezih, en kudsî bir meslek olup Cenâb-ı Hakk, Zât-ı Ulûhiyetinden sonra risâletine dikkat çekmiştir. İşte böyle kudsî bir mesleğin en kudsî vazifesi de cihâddır. Madem ki her meslek nihaî hedefine göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer kazandıran da bu nihaî hedef olacaktır; öyleyse bu en mukaddes peygamberlik mesleğinin hedeflediği nihaî noktaya vesîle ve vasıta olan hareket tarzı da, aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktır.
Cihad öylesine mühimdir ki, cihad için söz veren, bîat eden cemaatın durumu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır:
“Muhakkak ki Sana bîat edenler, ancak Allah’a bîat etmektedirler. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim bundan sonra ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhinde bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefâ gösterirse, Allah da ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih, 10)
Kaynaklarda bu âyetin nüzûl sebebi olarak zikredilen hâdise kısaca şudur:
Allah Rasûlü, Mekke’ye gidip Kâbe’yi tavaf edeceklerini müslümanlara müjdelemişti. Herkes heyecan ve coşku içindeydi. Senelerdir hasretten yanıp tutuşuyorlardı. Nasıl tutuşmasınlardı ki, biz bile bir iki defa görmekle oraya âşık oluyor ve gidemediğimiz zamanlar da hasretten yanıp tutuşuyoruz. Çünkü orası, Nebîler Nebîsi’nin maskat-ı re’si (doğum yeri) ve yeryüzünün ilk bünyadı, Kâbe’nin bulunduğu yerdir. O Kâbe ki, Nâbî’nin ifadesiyle, “Meaf-ı Kudsiyân”dır; yerden tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar meleklerin ve kudsîlerin tavaf yeridir. İşte Ashâb-ı Kirâm da, doğup büyüdükleri ve kavuşmak için yanıp tutuştukları bu beldeye gelip, kudsîlerin tavaf ettiği Kâbe’yi tavaf edip, tekrar Medîne’ye dönmeyi önü alınmaz bir iştiyakla istiyorlardı. Ancak Hudeybiye’ye vardıklarında, hiç beklemedikleri bir hâdiseyle karşılaştılar. Mekke müşrikleri, müslümanların Kâbe’yi tavaf etmelerine izin vermeyeceklerini ve müslümanlar tavaf için diretecek olurlarsa, bu takdirde harb edeceklerini ilân ettiler. Bu beklenmedik hâdise, Müslümanlar üzerinde şok tesiri yaptı. Kimse duyduğuna inanmak istemiyordu. Böyle bir hareketi, İslâm’ın onuruna indirilmiş bir darbe gibi görüyorlardı. Hisler kabarmış, heyecan doruk noktaya ulaşmış ve öfke, yüreklerde müthiş bir gerilim hâsıl etmişti. Kimse kimseyi dinlemiyor, âdetâ herkes düştüğü şokun tesiriyle ayrı bir bocalama geçiriyordu. İşte tam bu esnada Allah Rasûlü mü'minleri bîata davet etti. Bîat denince akan sular duruyordu. Şimdi herkes sıraya girmiş, Allah Rasûlü’nün elinden tutarak bîat ediyordu. Ve her sahâbî, hangi şartlarda olursa olsun ve hangi teklifle gelirse gelsin Allah Rasûlü’ne bütünüyle bağlı kalacağına söz veriyordu. İşte bu bağlılık sözü ve bu ma’nâda Allah Rasûlü’ne el verip yemin etme Kur’ân’da tebcîl ediliyor ve oradaki mü’minlerin bu hareketleriyle Cenâb-ı Hakk’a ne derece yakınlık kazandıkları dile getiriliyordu. Bu da, yine cihada verilen değerin bir başka tezahürüydü...
Bir başka âyette, aynı mevzûda meâlen şöyle denmektedir:
“Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. (Bu), Tevrat’ta İncîl’de Kur’ân’da Allah üzerine hak bir va’ddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O’nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 111)
Nefislerini, bedenlerini, cismânî varlıklarını Allah’a satan insanlar, bunun karşılığında Cennet’i ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmakta ve Kur’ân-ı Kerîm, burada alış-veriş tabirini kullanmakla insanı Cenâb-ı Hakk’a muhatab olma seviyesine yükseltmektedir.
Cihadın önemi mevzûunda Allah Rasûlü de şöyle buyurmaktadır: “Ah, ne kadar arzu ederdim ki; Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra yine öldürüleyim ve sonra yine diriltileyim...” Eğer söz uzamayacak olsaydı, Allah Rasûlü bu ifâdeyi kim bilir kaç kere tekrar deceklerdi. Esasen burada kasdolunan da, Allah yolunda sonsuzca öldürülüp diriltilme arzusunu ifade etmektir. Düşünün ki, bunu talep eden de, Nebîler Sultanı Aleyhisselâm Efendimiz’dir; cihadın kıymetini biz ancak Allah’tan ve O’nun Rasûlü’nden öğreniriz. O yine buyuruyor ki, “Bir tek gün, Allah yolunda ve Allah uğrunda gelecek tehlikeleri gözetlemek üzere uyumayan ve bir gedikten gelecek muhtemel bir tehlikeyi gözetleyen kişinin yaptığı, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır”.
Dikkat buyurun! Bir tek gün, memleketi saran tehlikeler karşısında hangi gedikten ve delikten bir felâket sızacak diye tetikte bekleyen ve kuracağı bir sistemle o gediği kapamaya çalışan bir insan, Kâbe’den daha hayırlı bir iş yaptığını söyleyip, yemin etse, yemininde yalancı olmaz. Zira, “Dünyanın içinde bulunan her şeyden” tabirine Kâbe de dâhildir.
Allah Rasûlü, bir hadîslerinde de şöyle buyururlar: “İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda mücâhade edenin ameli, bundan müstesnâdır. O, kıyâmete kadar nemâlanır. Kabirde de, bir fitne ve imtihan olan kabir suâlinden Allah onu emîn kılar.” | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:37 pm | |
| CİHAD, HAKK’A ŞÂHİDLİKTİR
Cihad vazifesi, Hakk'a şâhid olma vazifesiyle aynı ma’nâyı paylaşır. Bir mahkemede hakk ve hukukun kime ait olduğunu tesbit için şâhidler dinlenir ve hüküm verilirken onların şehâdeti nazara alınır. İşte, cihad yapanlar da, yerde inkârda bulunan nâdânların muhâkemesinde en gür sâdâlarıyla bağırarak “Allah vardır” diye gök ehline karşı şehadette bulunmaktadırlar. “Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şâhidlik etmiştir ki, O’ndan başka ilâh yoktur. (Evet) güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Âl-i İmrân, 18) âyeti, bütün vüzûhuyla bize bu hakikatı anlatmaktadır.
Allah (cc), kendi varlığına şehadet eder. Bu şehadeti vicdanlarında hakikata ermiş olanlar duyarlar ki, onların vicdanlarında duyduklarını kitapların beyan etmesi mümkün değildir.
Melekler de, Allah’ın varlığının şâhidleridir. Melekler, saf mâhiyetten yaratılmışlardır. Fıtratları katışıksızdır, dupdurudur. Şeytan onların içine küfür ve dalâlet sokamamamıştır. Aslî yapıları kat’iyyen bozulmamıştır. Ayna gibidir onlar, bakıldığında hemen Cenâb-ı Hakk’ın tecellileri görülür.
İlim sahipleri de, Allah’ın varlığına şehâdet ederler. Bütün dünya Allah’ı inkâr etse, bu üç şehâdet, O’nun varlığını isbâta kâfidir ve yeterlidir.
Evet, öyledir. Zira bizler, bütün çıplaklığı ve azametiyle bu hakikatı vicdanlarımızda duymaktayız. Hem de başka hiçbir delil aramamak şartıyla duymaktayız. Bu şâhidlik, mele-i a'lânın sâkinleri için de yeterlidir. Yerdeki kör ve sağırlar, kâinattaki tarrakaları duymuyor ve İlâhî san’atı anlamıyorlarsa bunlara karşı da ilim sahiplerinin şâhidliği yeter.
Allah’ın şâhidleri, en karanlık yerlere kadar gidecekler ve Allah’ı inkâr hesabına kurulan mahkemelerde bütün gür âvâzlarıyla nidâ edecek, bağıracak ve “Biz, Allah’ın şâhidleriyiz” diyeceklerdir. İşte nebîler, bu şehadet vazifesini en yüksek keyfiyette ifâ etmek için gelmişlerdir.
“Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah, izzet ve hikmet sahibidir. Allah, sana indirdiğine şâhidlik eder, onu kendi ilmi ile indirdi. Melekler de buna şâhidlik ederler. Ve şâhid olarak, Allah kâfîdir.” (Nisâ, 165-166)
Her millet içinde, o milletin ufkunu aydınlatmak için bir nebî doğmuştur. Devirler, aynen dünya gibi döndü ve her devirde gül açar gibi bir nebî zuhûr etti. Gelen her devir, karanlık bir çağ gibi geldi ve her nebî, kendi çağını aydınlattı. Ve son olarak da Efendimiz geldi ve bütün çağları aydınlattı. Allah (cc), O’na Kur’ân’ında şöyle sesleniyor: “Ey Nebî, şüphesiz Biz seni, şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Fetih, 8)
en-Nebî ifadesinin başında bir lâm-ı ta’rif vardır. Bu, bilinen ve ma’rûf olan demektir. Allah Rasûlü nereden bakılırsa bakılsın peygamberliği bilinen bir insandır. O’nun nebîliği, cansız varıkların (cemâdâtın) selâmlaması, bitkilerin temennâsı ve hayvanların serfurû etmesiyle ma’lûm ve muşhûddur. O, herkesin bildiği, inkârı mümkün olmayan belli ve bilinen peygamberdir ki, Kur’ân-ı Kerîm O’na hitaben, “Ey bilinen ma’lûm nebî!” demektedir. Zaten taş gibi gönüllerin O’nun karşısında eriyip gitmeleri de, O'nun bilinen Nebî oluşunu ispata kafîdir.
Meâlini verdiğimiz âyetteki “İnnâ erselnâke” ifadesinde muhatap sığasıyla “Seni” denilmekte ve adetâ rahmetle diz dize gelmiş bu rahmet ve şefkat peygamberine bu vasıflarından dolayı telmîhte bulunulmaktadır.
“Şâhiden”, Seni insanlığa bir şâhid olarak gönderdik: (İnsanlığa Beni duyuracak, Benim şâhidim olacaksın. Bütün cihan yalanlasa ve inkâr da etse, Sen Allah’ın varlığını îlân edeceksin. Sen böyle bir şâhidsin. Arkandan gelen şâhidler cemâati de var ki, onlar bütün insanlığa, sen de onlara şâhid olacak, “bunlar benim” diyecek ve onların şehâdetine şâhidlik edeceksin. Ve, -hadîsin ifadesiyle- O’nun ümmetinin şehadeti, mahşerde nebîleri mesûliyetten kurtaracaktır.
O, iyi yolda gidenleri müjdeleyen ve kötü yolun encâmından sakındıran bir insandır. Cihâdın rûhu da, bu hakikatta saklıdır. İşte nebîler, bu ulvî vazifeyi yerine getirmek için gönderilmişlerdir. Aydınlatacak, tenvîr edecek, âfâk-ı âlemde güneş gibi doğup batacaklar ve böylece insanlık karanlık yüzü görmeyecek; hakikatın duyurulmadığı tek vicdan ve hakikata açılmadık tek kapı ve tek panjur kalmayacak ve neticede Hakk ve hakikat, her eve girecek ve herkes ondan istifa edecektir...
Onun içindir ki, ilk peygamberden son peygambere kadar geçen devre içinde yaşayan ve kıyamete kadar da yaşayacak olan hemen bütün insanların zihninde, düşünce dünyasında, bulanık da olsa bir peygamberlik anlayışı vardır. Bu anlayışın bir kısım hüzmeleri, geçmişteki peygamberlerin getirdikleri nûrdan kaynaklanmaktadır. Gerçi insanlık, zaman zaman ekseriyetle doğru yoldan kaymış ve çeşitli sapık düşünce ve anlayışlara girmiş fakat müessese olarak peygamberlik ve peygamberlik ma’nâsının girmediği ev kalmamıştır. Bugün, bizim vicdanlarımızda, açık kapalı kendini hissettiren cihâd rûhu ve düşüncesi de, onların bu temiz soluklarının tesirinden bakşa birşey değildir. Çünkü, ard arda gelen her peygamber, hakkı neşretme uğruna hayatını Allah yolunda vakfetmiş ve büyüğüyle, küçüğüyle cihâdın en kusursuz temsilcisi olmuştur.
Cihad-ı Asgar (Küçük cihad), sadece cephelerde edâ edilen bir cihad şekli değildir. Bu şekilde bir anlayış, cihad ufkunu daraltmak olur. Halbûki cihadın yelpazesi, şarktan garba kadar geniştir. Bazan bir kelime, bazan bir susma, bazan sadece yüzünü ekşitme, bazan bir tebessüm, bazan o meclisten ayrılma, bazan da meclise sadece dahil olma, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma, sevgi ve öfkeyi O’nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle bu cihadın şümûlüne girer. Bu şekilde hayatın her sahasında, cemiyetin her kesiminde toplumu ıslah adına sürdürülen her türlü gayret, yine cihad cümlesindedir. Aile, yakın ve uzak akraba, komşu ve belde, derken daire daire bütün dünya sathında yapılan cihad, cihad-ı asgardır.
Cihad-ı asgar, bir ma’nâda maddîdir. Manevî cepheyi teşkil eden büyük cihad (Cihad-ı ekber) ise, insanın iç alemiyle, nefsiyle olan cihadıdır ki, bunların ikisi birden ifâ edildiği zaman istenen denge tesis edilmiş olur. Aksine, bunlardan biri eksik olduğu zaman, hakikattaki muvazene bozulur.
Biz, herşeyi olduğu gibi, cihadı da her iki şekliyle Allah Rasûlü’nden öğreniyoruz. Esasen bizler, henüz siyerin felsefesini yapabilmiş değiliz. O, sistemli bir şekilde ve kıyamete kadar tatbiki mümkün, sağlam kaideler üzerinde hakkı neşir vazifesini eksiksiz yerine getirmiştir. Eğer mes’elelere Efendimiz’in hakkı neşretme metodu çerçevesinde bakabilirsek, O’nun hayat-ı seniyyelerinde gelişigüzel ve zuhuratın akışına bırakılmış tek bir hareketini göremeyiz. O, bir plan ve program insanıydı. Bunları günümüz insanının anladığı şekilde bir şema halinde yazıp ortaya dökmüyordu ama, sanki hep daha önceden hazırladığı bir çizgi ve bir sistem üzerinde yürüyordu. Zaten bu da , O’nun nübüvvetinin delillerinden biri ve aynı zamanda, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış olmanın da en güzel örneğidir.
Allah Rasûlü, risaletinin ilk devrelerinde namazlarını hep Kâbe’de kılıyordu. Bu, sadece orada kılınan namazın faziletinden değildi; bununla güttüğü nice gayeler vardı. Belki de hak ve hakikatı en masum şekil ve hüviyetiyle anlatmanın o gün için tek çıkar yolu buydu.
Gençlere birşeyler anlatacaktı. Ne var ki, yanlarına gidip de onlara birşeyler anlatmak adeta mümkün değil. Zira hepsinin, gençlik hevesâtından gelen taşkın hareketleri oluyordu. Eğer Allah Rasûlü onların arasına karışacak olsaydı, birçok uygunsuz davranışlarla karşılaşabilirdi. Onun için, gidip Kâbe’de Rabbi’yle olan irtibatını fiilen gösteriyor, O’nun bu davranışı gençlerde merak uyandırıyordu. Gelip ne yaptığını soruyorlar, O da, onlara davasını anlatma fırsatı buluyordu. Bundan dolayı Allah Rasûlü, namazlarını Kâbe'de kılmayı tercih ediyordu.
Namaz kılarken çeşitli saldırılara uğrardı. Halbûki evinin bir köşesinde namaz kılmış olsaydı, bunlardan hiçbiri başına gelmezdi. Demek ki, bütün sıkıntılara rağmen orada namaz kılmasının bir ma’nâsı vardı. Kaç defa başına işkembe konulmuş, kaç defa saldırıya uğramış ve öldürülmek istenmişti....
Bir defasında Ebû Cehil elinde büyük bir taşla Kâbe’ye gelmiş ve ne yapmak istediğini soranlara, “Muhammed secdeye vardığında bu taşı başına vuracak ve onu öldüreceğim” demişti. Allah Rasûlü, secdeye kapandığında Ebû Cehil elindeki taşı kaldırmış ve tam vurmak istediği anda elleri havada donup kalmıştı. Bir sıtmalı gibi titriyor ve yüzü gittikçe kireç rengini alıyordu. Etrafındakiler koşuşup ne olduğunu sordular: “Aramıza dehşetli bir canavar girdi ve neredeyse beni yutacaktı” dedi.
Batka bir seferinde Ukbe b. Ebî Muayt, Allah Rasûlü namaz kılarken gelmiş ve Rasûlullah’ın sarığını boynuna dolayıp sıkmaya başlamıştı. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir yıldırım gibi yetişip bu câniyi Allah Rasûlü’nün başından def’etmiş ve şöyle demişti: “Rabbim Allah’tır dediği için bir adamı öldürmek mi istiyorsunuz?” Esasen bu, tarihî bir sözdür. Asırlarca önce, Hz. Musâ’nın başına üşüşenlere karşı o devrin inanan bir mü’mini de aynı şeyleri söylemişti. Öyle ki, daha sonra Kur’ân-ı Kerîm, bu şahsın bu sözünü âyet olma şerefine erdirmiştir. Hz. Ebû Bekir, öyle güçlü kuvvetli bir insan değildi. Ancak îmânındaki kuvvet, onu yenilmez bir insan haline getiriyordu.
Eğer husûsî himâye olmasaydı, Allah Rasûlü namazında ve secdesinde uğradığı bu saldırıların birinde şehîd olabilirdi. Fakat Allah, O’nu korumayı kendi te’minatı altına almıştı. Şu kadar var ki, İki Cihan Serveri, Kâbe’de namaz kılmak için ölümü göze alıyor ve öyle namaz kılıyordu. Böyle hareket etmesinde hayâtî bir önem vardı ki, adına and içilen bir hayat, âdetâ o uğurda istihkâr ediliyordu.
Hz. Ebû Bekir, evinin önünde yaptırdığı cumbasında yüksek sesle Kur’ân okuyor ve onun sesini duyanlar etrafına toplanıp dinliyorlardı. Zamanla dinleyenlerin sayısı o kadar arttı ki, Mekke müşrikleri bu durumdan ciddî rahatsızlık duymaya başladılar. O da, her türlü taarruzu göze alarak bu hareketini devam ettirdi. Hattâ Hz. Ebû Bekir’i bir insan olarak takdir ve bu sebeple himâyesine aldığını ilân eden İbn Değınne himayesinin devamı için Kur’ân okumakdan vaz geçmesini teklif etti.. edince de, Hz. Ebû Bekir hayatını ortaya atarak, her şeye rağmen Kur’ân okumaktan vazgeçmeyeceğini söyledi ve mücâdelesinden asla geri durmadı. Söz, fiil ve davranışlarla cihad mümkün olduğu sürece, cihaddan uzak kalmamak onların yegâne prensibiydi. Çünkü biliyor ve inanıyorlardı ki, ferdin ve cemiyetin hâyatiyeti, ancak cihadla mümkündür ve cihadı terkedenler çürüyüp kokuşmaya mahkûmdur. Aynı zamanda Allah’ın himâyesine girme de, ancak O’nun dinine omuz vermekle mümkün olacaktır. “Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder” (Muhammed Sûresi, 7) ma’nâsına gelen âyet veya âyetler, bu hakikatı ifade etmektedir.
Evet, siz Allah’ın dinine omuz verirseniz, Allah da size elini uzatır, size destek ve yardımcı olur; sizi kat’iyyen kaydırmaz ve zâyi etmez. Eğer hayatınızda kayıp, zâyi olup gitmekten emin olmak istiyorsanız, mücadele ve mücahedede bulunmayı hayatınıza gaye edininiz. Yemeniz-içmeniz, yatıp-kalkmanız ve bütün hareketleriniz, hep bu gayeye hizmet için olsun. Tâ ki, cihâdın en küçüğünü olsun yapmış olasınız.
Yine hayâlen Mekke’ye dönüyor ve Efendimiz (sav)’in hareket tarzını takip ediyoruz:
Şartlar iyice ağırlaşmıştı. Bazı müslümanların dayanacak tâkatleri kalmadığından onlara hicret izni verilmişti. Demek ki, bu durumda onların cihâdı hicretti. Zaten bir süre sonra hicret, cihadın kendisi olacak ve biât etmek isteyen herkese, ilk şart olarak hicret etmesi söylenecekti.
Habeşistan’a yapılan iki hicretten sonra müslümanlar, bütünüyle ve en son olarak Medîne’ye hicret ettiler. Medîne devrinde ise cihâd başka bir seyir takip temeye başladı.
Artık, İslâm Site Devleti’nin temelleri atılmıştı ve şimdi bu şartlara göre bir cihad lazımdı. Keyfiyette bir değişiklik yoktu; bütün mes’ele kemmî durumu şartlara uygun olarak ayarlamaktaydı. Yeri gelince hız, yeri gelince yavaşlama, bazan gaza, bazan da frene basma ve manevra kabiliyetini daima zinde tutma.. bunlar işin stratejik yönleriydi.. devrin, hâdiselerin durumuna göre değişiklik arzetmesi gayet normaldi...
| |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:37 pm | |
| Cihada izin verileceği âna kadar müslümanlar fiilî bir müdâhalede bulunamıyorlardı. Bu, bir bakıma pasif direniş dönemiydi. Saldıran hep küfür cephesi oluyordu. Müslümanlar dâima mazlûm ve mağdûr ediliyor fakat, maddî cihada izin verilmediği için mukâbele düşünülmüyordu. Hicretten sonra da bir müddet daha böyle geçti. Nihayet cihadın bir başka merhalesine izin veren âyet nazil oldu:
“Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardım etmeğe mutlak surette kâdirdir. Onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile def’etmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, Azîzdir”. (Hac Sûresi, 39-40)
Dün, kendilerine “kılıç kullanmayacaksınız” denen insanlar, bugün kılıç kullanma izni alınca şahlandılar ve bu izni kullanacak zemini sabırsızlıkla beklemeye başladılar.
Bir müddet sonra bu, bir izin olmadan çıktı ve bir emir oldu. Bundan böyle mü’minler, kılıçlarıyla cihad etmeye mecburdular. Artık Bedir’e giderken, âdetâ Cennet’ten dâvetiye almış gibi sevinç ve sürur içinde gidiyorlardı. Sanki, biraz sonra canları tehlikeye girecek onlar değildi. Bu uğurda ölmeyi hepsi de canına minnet biliyordu. Cihada çağrılan hiç kimse, bu dâvete icabetten geri kalmadı. Sadece münafıklardı ki, ordubozanlık ediyorlardı.. ve her zaman da öyle yaptılar. Cepheden ayrılıp gittiler.. Efendimiz’i mevzide terkettiler.. ve bazan da hiç iştirak etmediler. Onlar, içte saffete erememiş, gönül dünyasında nifakı yenememiş, arkadaşları kavga verirken bir kenara çekilip şahsî hazlarını yaşamış bir grup sefil-ruh ve birkısım nefsin zebunu kimselerdi ki; karakterlerinin gereğini yerine getiriyorlardı...
Allah Rasûlü’ne yürekten inanmış insanlara gelince, onlardan mevziini terkeden tek bir insan bile gösterilemez. Diğer bir tabirle, cihad yolunda vâsıl-ı ilâllah olmuş ve Allah’a ulaşmış olanlardan hiçbiri geriye dönmemişti. Geriye dönenler, yoldaki şaşkınlar, hakikatı idrak edememiş ve ruhunda hakikatla bütünleşmemiş zavallılardı.
Vakıa onlar da insandı; -her insan ölümü kerih ve çirkin görebilir. -Kur’ân-ı Kerîm de insandaki bu duyguyu görmezlikten gelmemiş ve inananlara şöyle hitap etmiştir: “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Mümkündür ki; hakkınızda daha hayırlı olan bir şeyi sevmeyebilirsiniz. Tam tersine, hakkınızda daha kötü olan bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)
İnsan tabiatının böyle olmasına rağmen mü’minler, kayıtsız şartsız Allah Rasûlü’ne boyun eğip, teslim oldular. Gösterdikleri bu bağlılık, Cenâb-ı Hakk’ın onlara ard arda lütuflarda bulunmasına sebep oldu... Ve zaferler birbirini takip etti.
Böyelece her geçen gün mü’minlerin gücü artıyor ve kazandıkları zaferler, en kısa zamanda civar kabileler arasında da duyuluyordu. Mü’minlerin her zaferi onları sevindiririken, kâfirleri de mahzun ve mükedder ediyordu. (Günümüzde de bu durum değişmiş değildir.)
Mü’min, dirliğini ve diriliğini daima cihadda bulan insandır. O, cihadı bıraktığı anda öleceğini bilir. Evet, mü’min ağaç gibidir; meyve verdiği sürece canlılığını korur; meyve vermediği zaman da kurur gider.
Ne kadar bedbin ve karamsar insanlar varsa hepsini tedkik edin, hepsi de cihadı terketmiş insanlardır. Bunlar, Hakk ve hakikatı başkalarına anlatmadıkları için, Allah içlerindeki füyûzâtı çekip almış ve dolayısıyla da kapkaranlık kalmışlardır. Halbuki ne kadar cihad eden varsa, aşk u şevk içindedirler, içleri apaydındır ve biri bin yapma gayreti peşindedirler. Her cihad, onlarda yeni bir cihad düşüncesi uyarır ve böylece salih bir daire teşekkül eder. Her hayır, başka ve yeni bir hayra vesile olur; onlar da hayırlar içinde yüzer giderler.. “Amma, bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir” (Ankebut, 69) âyeti bize bu hakikatı anlatmaktadır.
Allah’a giden çeşitli yollar vardır ve bu yolların sayısı mahlûkatın mefesleri adedincedir. Allah, kendisi için cihad edenleri bu yollardan birine mutlak surette hidâyet eder. Ne kadar hayır yolu varsa onların önüne çıkarır, ne kadar şer yol varsa, öyle yollardan onları korur.
Allah’ın yolu Sırat-ı Müstakîm’dir. O yolu bulan bir insan, her şeyde orta yolu tutar gider. Gazapda, akılda, şehvette orta yolu tuttuğu gibi, cihadda ve ibadetlerde de hep orta yolu takip eder. Bu, Allah’ın insanı kendi yoluna hidayet etmesi demektir.
Fedakârlık derecesi ne olursa olsun, dışa karşı verilen bu kavga, bütünüyle Cihad-ı asgara dahildir. Ancak bunun küçük cihad olması, büyük cihada nisbetledir; yoksa cihadın küçük hiçbir tarafı yoktur ve kazandırdığı netice ise pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki, bu yolda gazi olup Cennet’e namzet olma, şehid olup berzah hayatını dipdiri yaşama ve her ikisinin sonunda Allah’ın rızasına erme söz konusudur. Evet, böyle bir neticeyi sonuç veren cihad nasıl küçük olabilir ki?..
Cihad-ı asgar, dinin emirlerini fiilen yerine getirme ve o mevzûda kendinden bekleneni eda etmektir. Cihad-ı ekber ise, onu ihlâslı ve şuurlu olarak yapma ve daima kendi kendisiyle kavga içinde bulunmadır. Kin, nefret, hased, enaniyet, gurur, kendini beğenme, fahir, nefs-i emmâre gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve kötü huy varsa, bütününe birden cihad ilân etmek, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır ki, bu sebeple buna en büyük cihad denilmiştir.
İnsan, küçük maddî cihadda bulunduğu zaman çok kere kendini düşünmeye vakit bulamaz. Bu, bir tehlikedir. Bir ikinci tehlike de, insan küçük cihadı terk ettiği zaman baş gösterir ki, o da pörsüyüp çürümedir. Bu duruma ma’ruz kalan bir insanı bütün kötü düşünceler dört tarafından sarar ve onun ma’nevî hayatını felce uğratır. Bu bakımdan, maddî cihad yapmadan insanın kendini koruyup kollayabilmesi cidden zordur. İşte zorlardan zor bu duruma işaret için Efendimiz, gazadan dönerken büyük cihada dönüldüğünü söylemiştir. Bunun ma’nâsı şudur: İman ettik, cihad da yaptık, gazâ şerefiyle şereflendik; belki biraz da ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize bir rahat ve rehavetin çökme ihtimali vardır. Belki bazılarının içine kendini beğenmişlik gelecektir. Belki de nefs-i emmâre, başka yollardan ruha girip onu ifsad edecektir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga, bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktır.
Bu sözün muhatabı sahabîden ziyade, onlardan sonra gelenler ve bizleriz. Onun için bu ölçüye çok iyi dikkat etmemiz gerekmektedir. Eğer bir insan cihâdı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve bir iç murakebesinden uzak bulunuyorsa, bu takdirde o insan, tehlike mıntıkasına girmiş sayılır.
Asr-ı saadetin insanı, harp meydanlarında kavga verirken arslanlar gibi dövüşür, gece olunca da hepsi birer derviş kesilir ve sabahlara kadar ibadet ve zikirle Cenâb-ı Hakk'a kullukta bulunurlardı. O kadar ki, sanki onlar gündüzleri gözleri hiçbirşey görmeyen o cengâverler değil de hayatlarını hep bir köşede inziva ve ibedetle geçiren zahidlerdi. İş böyle olunca, maddî cihadı herşey sayıp cihad-ı ekberi görmemezlikten gelmek veya cihad-ı ekber diye diye dinin en önemli bir müeyyidesini yıkıp onu ruhbanlığa çevirmek dinin rûhûna hıyanetten başka birşey değildir. İşte önümüzde Allah Rasûlü’nün bütün bir hayatı ve işte teker teker bütün sahabî..!
Bir muharebe gecesinde iki sahabî nöbet bekliyor. Gündüz akşama kadar kılıç sallamış bu insanlar, gece de sabaha kadar nöbet tutacak ve düşmanın muhtemel saldırısını orduya haber vereceklerdi. Biri diğerine, “Sen istirahat et de biraz ben bekleyeyim, sonra da seni kaldırırım” der. İstirahata çekilen çekilir, diğeri namaza durur. Bir ara düşman vaziyeti anlar ve ayakta namaz kılmakta olan bu sahabîyi ok yağmuruna tutar. Vücudu kan revan içinde kalmıştır; ancak o, namazını bitirinceye kadar dayanır ve namazını bitirdikten sonradır ki, yanındakini kaldırır. Arkadaşı, onun durumunu görünce hayretten dona kalır ve “Niçin” der, “birinci ok isabet ettiğinde haber vermedin?” Cevap şöyledir: “Namaz kılıyor ve Kehf sûresini okuyordum. Duyduğum o derin zevki bozmak, bulandırmak istemedim....”
Huzur onu böyle çepeçevre kuşatmıştı. Sanki namazda Kur’ân okurken, Kur’ân bizzat ona nazil oluyor ve sanki Cibril, onun ruhuna Kur’ân solukluyordu da o, böyle bir vecd içinde iken bağrına saplanan oktan acı dahi duymuyordu. İşte büyük ve küçük cihadı kendinde toplayan insanların durumu ve işte cihad adına hakikatın gerçek yüzü...
Efendimiz’de, her iki cihadı da en uç ve ufak noktada bütünleşmit olarak görüyoruz.
O, harb meydanlarında bir cesaret abidesi olurdu. Hatta Hz. Ali gibi şecaat örneği kahramanların itirafıyla, harb meydanında endişe ve korkuya kapılan bütün sahabi O’nun arkasına saklanır ve kendilerini emniyete alırlardı. Meselâ, Huneyn’de öyle bir kükremişti ki, atının dizginlerini iki kişi tutmakta zorlanıyor, O ise durmadan düşman saflarına doğru atını mahmuzluyor, bir taraftan da en gür sadasıyla haykırıyordu: “Ben Peygamberim, bunda yalan yok. Ben, Abdülmuttalib’in torunuyum, bunda yalan yok.”
Bu şecaat ve kahramanlık abidesi insan, ibadetlerinde de aynı şekilde adeta bir kulluk abidesiydi. Namaz kılarken kaynayan bir tencere gibi ses çıkarırdı; ağlayıp gözyaşı döktüğü zaman, kendisini görenleri rikkate sevkederdi. Bazen günlerce oruç tutar, “savm-ı visal” yapardı. Bazen sabaha kadar namaz kılar ve ayakları şişerdi. Hattâ Hz. Aişe validemiz, bu tehalükü çok görerek, “gelmiş geçmiş günahları affolan Sen, niçin bu kadar kendini yoruyorsun?” diye sormuş, O da, “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını vermişti.
Mağarada yılan ve çiyanlara aldırış etmeden gizlendiği esnada müşrikler mağaranın ağzına kadar gelmiş ve Hz. Ebu Bekir, O’nun namına telâşlanınca, gayet sakin “Korkma, Allah bizimledir” buyurmuştu. Bu korkusuz şahıs, Kur’ân dinlerken öyle rikkate geliyor, öyle gözyaşı döküyordu ki, nefesi kesilecek gibi oluyordu. Meselâ, İbn-i Mesud’a “Bana Kur’ân oku” demişti. O ise, edep içinde “Yâ Rasûlallah, Kur’ân Sana nazil olurken ben Sana Kur’ân mı okuyacağım?” cevabını vermiş ancak Allah Rasûlü, ısrar gösterip “Ben başkasından Kur’ân dinlemeyi severim” buyurmuşlardı. Bunun üzerine İbn-i Mesud, Nisâ Sûresinin başından okumaya başlamış. “Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve seni de hepsine şahid kıldığımız o gün nasıl olacak!” (Nisâ Sûresi, 41) meâlindeki ayete gelince, Allah Rasûlü artık dayanamaz hale gelmiş ve eliyle “yeter, yeter” demişti. Gerisini İbn-i Mesud’dan dinleyelim: “Sustum. Dönüp baktım ki, Allah Rasûlü hıçkıra hıçkıra ağlıyordu”. O, bir kalp ve gönül insanıydı. Maddî cihadda da, manevî cihadda da en öndeydi. Ümmetini istiğfara teşvik ediyor ve “ben, hergün yetmişten fazla istiğfar ediyorum” diyordu.
Büyük cihadda muvaffak olan bir insanın ekseriyet itibariyle, küçük cihadı da kazanması muhakak ve mukadderdir. Fakat, büyük cihadda kaybeden insanın küçük cihadda kazandığı hiç görülmemiştir. Öyleleri, iş ve hizmeti bir kerteye kadar götürseler bile, neticeye varmaları mümkün değildir.
Hz. Aişe vâlidemiz anlatıyor: “Allah Rasûlü, bir gece bana hitaben; “Ya Aişe”, dedi, ‘müsaade eder misin, bu gece Rabbimle beraber olayım.” (O, Rabbiyle beraber olmak için bile hanımından müsaade isteyecek kadar incelerden ince bir insandı. Asalet, O’nun damarlarına işlemişti.) Ben, “Yâ Rasûlallah” seninle olmayı isterim; fakat senin istediğini daha çok isterim” dedim. Sonra, Allah Rasûlü abdest aldı, namaza durdu, kırâatinde “İnne fî halkissemâvâti ve'l ardi” âyetini okudu, okudu ve sabaha kadar gözyaşı döktü.”
Allah Rasûlü, bazen de hanımını uyandırmamak için, hiç sormadan kalkar ve ibadet ederdi. Yine Hz. Aişe validemiz anlatıyor: “Bir gece uyandığımda Allah Rasûlü’nü bulamadım. Hemen kıskançlık damarım kabardı; acaba diğer hanılarından birinin yanına mı gitti, diye düşündüm. Yerimden doğrulurken elim, karanlıkta Allah Rasûlü’nün ayaklarına ilişti. Baktım ki, Allah Rasûlü secdeye kapanmış, bir şeyler okuyor. Okuduğu duaya kulak verdim, şunları söylüyordu: (Mealen) “Allahım, Senin gadabından, öfkenden Senin rızana sığınıyorum. Ukûbetinden bağışlamana sığınıyorum. Allahım, Sen’den yine Sana sığınıyorum. (Kahrından lütfuna, celâlinden cemaline, ceberûtiyetinden Rahmaniyet ve Rahimiyetine sığınıyorum.) Sen, Seni senâ ettiğin gibisin. (Ben Seni senâ edemem. Senin en büyük şâhidin, yine Sensin.)”
İşte Allah Rasûlü ve işte onun iç derinliği ve büyük cihadı!
O böyle olunca, ashabı daha başka türlü olabilir miydi? Öbür tarafta O’nunla beraber olabilmek için, burada O’na benzemek gerekir. Sahabî, tam anlamıyla bunun şuurundaydı. Hattâ onlardan bazıları, Sevban gibi, Allah Rasûlü’nden ayrı kalma düşüncesi akıllarına geldiği an, iştahtan kesilir ve ciddi rahatsız olurlardı.
| |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:38 pm | |
| Efendimiz bir cihada çıkmış, Sevban ise O’nunla bulunamamıştı. Allah Rasûlü döndüğünde herkes kendisini ziyaret ediyordu. Bunlar arasında Sevban da vardı. Sararmış, solmuş ve adeta bir deri bir kemik kalmıştı. Şefkat Peygamberi sordu: “Sevban bu halin ne?” Sevban, şöyle cevap verdi: “Ya Rasûlallah! Beynimi kemiren bir düşünce var ki, işte o beni bu hallere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben, Allah Rasûlü’nden üç günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Ebedî bir alemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O, Allah’ın Rasûlüdür. Makamı muallâdır. Gireceği cennet de ona göre olacaktır. Halbûki ben sıradan bir insanım. Cennet’e girmiş dahi olsam, Allah Rasûlü’nün gireceği Cennet’e girebilmem mümkün değil. O halde ben O’ndan ebedî ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hallere düştüm.”
Allah Rasûlü, bu dertli insana derdine derman olacak şu ölümsüz ifadesiyle karşılık verdi: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”
Kitiyi sevmek, ona benzemek ve onun hayatını kendine hayat edinmekle olacaktır. İşte sahabî, bu mevzûda herkesten daha hassastı.
Hz. Ömer, bütün hayatı boyunca Allah Rasûlü’ne akrabalık yönünden kurbiyet kazanmanın iştiyakı içinde yandı durdu. Hz. Fatıma’yla bunu yapmak istedi; fakat o, Hz. Ali’ye nasib oldu. Başka çare kalmayınca, Hz. Ali’nin kızı Ümm-ü Gülsüm’ü aldı. Bütün derdi, herhangi bir bağla Allah Rasûlü’nün akrabaları arasına girmekti. Yoksa isteseydi, Bizans İmparatorunun kızını, hem de isteme zahmetine katlanmadan alacak durumdaydı. Ama O’nun derdi, evlenmek değil, Allah Rasûlü ile bir bağ kurmaktı. Çünkü o, bütün soyun sopun, hasebin-nesebin hiçbir işe yaramayacağı bir gün, işe yarıyan bir nisbet, bir haseb ve nesep peşindeydi.. Kızı Hafsa’yı Allah Rasûlü’ne vermek istemesinde de yine aynı dert ve iştiyak bahis mevzûu idi. Esasen Allah Rasûlü’ne olan manevî bağı zaten çok kuvvetliydi. Kimbilir kaç defa İki Cihan Güneşi onu elinden tutmuş, “Burada da, âhirette de hep böyle olacağız” demişti. Ancak O, bir de maddî bağını tahkim etmek istiyordu. İşte bu düşünceyle kendi kızını Allah Rasûlü’ne vermiş ve Allah Rasûlü’nün de kız torununu almıştı. Hattâ böyle bir münasebette muvaffakiyet, o koca Ömer’i çocuklar gibi sevindirmişti...
Bir gün kızı Hafsa vâlidemiz kendisine, “Babacığım, dıştan gelen devlet elçileri oluyor ve daima yeni yeni heyetler kabul edip, görüşüyorsun. Üzerindeki elbiseyi yenilesen daha iyi olmaz mı?”der.
Hz. Ömer, kızından bu sözleri duyunca beyninden vurulmuşa döner. Allah Rasûlü’nü ve Hz. Ebu Bekr’i kasdederek, “Ben bu iki dosttan nasıl ayrı kalabilirim? Vallahi, dünyada onlar gibi yaşamalıyım ki, ahirette onlarla beraber olabileyim” cevabını verir.
Biz buna, büyük cihad veya manevî cihad diyoruz. Allah Rasûlü’nün ve sahabînin yolu budur. Onlar, Cenâb-ı Hakk’la sıkı bir irtibat içinde yaşadılar. Zikir ve ibadetleri o kadar çoktu ki, onları görenler, ibadetten başka hiçbir şeyle meşgul olmadıklarını zannederdi. Halbûki, hayatı bir bütün olarak yaşıyorlardı...
Adeta ihlasın özü ve hülâsası haline gelmişlerdi. Yaptıkları her işi Allah rızası ölçüsünde yapıyorlardı. Her işlerinde bir iç derinliği ve murakabe vardı. İşte karşımızda yine bir ihlâs abidesi olan Hz. Ömer; Hutbe esnasında bir ara, hiç münasebet yokken mevzû değiştirir: “Ya Ömer”, der, “daha dün, baban Hattab’ın develerini güden bir çobandın.” Hutbeden iner. Sorarlar: “Durup duruken bunu söylemeye seni sevkeden neydi?” Cevap verir: “Aklıma halife olduğum geldi....” Başka birgün, sırtında bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara, yine aynı cevabı vermişti: “İçimde bir gurur hissettim ve onu öldüreyim dedim...”
Ömer b. Abdülaziz, bir dostuna mektup yazar. Mektup çok edebî yazılmıştır. Kalkar, mektubu yırtar. Sebebini soranlara, “içimde bir gurur hissettim, onun için mektubu yırttım”der.
Ruhen olgunluğa ermiş, ruhuyla bütünleşmiş ve paklaşmış bu temiz kimselerin cihadı, Allah rızası için olacağından asla semeresiz kalmaz. Halbûki, kendi iç mes’elelerini halledememiş, riyâdan, ucubdan, gurur ve kibirden kurtulamamış ve sağda solda çalım satmak için iş gören insanların cihad adına yaptıkları şeyler ise büyük ölçüde yıkım olacaktır. Böylelerinin, bir devrede belli bir seviyeye kadar ulaşmaları mümkündür; ancak neticeye varmaları, -üzerine basa basa ifade ediyorum-mümkün değildir.
Büyük ve küçük cihadı bir arada mütalâa eden âyet ve hadisler vardır. Bunlardan biri de “en-Nasr” sûresidir. Bu kısa sûrede mealen şöyle denmektedir: “Allah’ın yardımı ve zaferi gelip de, insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamdederek O’nu tesbih eyle ve O’ndan mağfiret dile, çünkü o tevbeleri fazla fazla kabul edendir”.
Allah’ın yardımı ve fethi geldiği zaman insanlar fevc fevc, bölük bölük İslâm'a girecekti ve öyle de oldu. Maddî cihad, (cihad-ı asgar), emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-mühker ve Hakk'ın anlatılması sayesinde engeller bertaraf edildi ve insanlar, İslâm dini’ne girmeye başladılar.
İşte bu merhalede Cenâb-ı Hakk’ın emri şu oluyor: “Rabbini hamd ile tesbih ve takdis et”. Çünkü bütün bu olanlar, bir taraftan Rabbi’nin sana bir ihsanıdır; diğer taraftan da bütün bunları yapan ve yaratan Allah’tır. O halde bunları düşün ve Rabb’ini hamd ve tesbih et!
Debdebe ve ihtişam içinde kazanılan bu muzafferiyetlerin yanısıra insan, kendi iç dünyasında nefsine karşı da bir zafer kazanmalıdır ki, cihad tamamlanmış ve cihad hakikatı bütünleşmiş olsun. Bu çizgide Hz. Aişe validemiz bize şunu naklediyor: “Bu sûre nazil olduktan sonra Allah Rasûlü sürekli “Sübhaneke Allahümme innî estağfiruke ve etûbu ileyke” duasını okumaya başladı.
Efendimiz (sav), bir hadislerinde bu iki cihadı yine bir arada zikreder: “İki göz vardır ki, Cehennem ateşi görmez: Harp meydanları ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü ve bir de Allah korkusundan ağlayan göz.”
Sınır boylarında veya harb meydanlarında en tehlikeli anlarda nöbet tutarak uykuyu terkeden insanın cihadı, maddî cihaddır. Bu cihadı yapan insanın gözü Cehennem ateşine maruz kalmayacaktır. Bir de manevî ve büyük cihadı yerine getiren göz vardır ki, o da Allah korkusundan ağlayan gözdür. Evet, bu her iki göz, Cehennemi ve onun azabını görmeyecektir.
Memeden çıkan sütün tekrar geriye dönmesi nasıl muhal ise, Allah korkusundan ağlayan gözün Cehennem’e girmesi de o derece muhaldir. Allah yolunda üstü başı toz toprak içinde kalan bir insanın durumu da bundan farklı değildir. Çünkü Allah Rasûlü, bu toz ve toprağın Cehennem ateşiyle asla bir araya gelmeyeceği mevzûunda bir çok beyanda bulunmuşlardır.
Allah korkusuyla ürperip ağlayan göze, düşmanın geleceği yerleri gözetleyen, nöbet bekleyen, rabıta yapan, memleketin başına gelecek felâketler karşısında göğsünü siper eden, müesseseler kuran, yaşatma zevkiyle yaşama hazzından uzak kalan insanların gözleri, cehennem ateşini görmeyecektir. Bu itibarladır ki, cihadı, millete bir anlatma iddiasıyla sağda solda diyalektik yapmaktan ibaret görenler, şayet anlattıklarını ne ölçüde tatbik ettiklerini kontrol etmiyorlarsa, bu takdirde sadece vakit öldürüyor ve bir de kendilerini aldatıyorlar demektir. İçlerini zapt u rabt altına alamamış, riyanın burnunu kıramamış, fahrı ayaklarının altında ezememiş, başkalarına iş buyurmayı ve gösteriş yapmayı omuzlarından silkip atamamış insanların yaptığı dış müdahalaler, huzursuzluk kaynağı olma ve gürültü çıkarmaktan başka bir ma’nâ ifade etmeyecektir. Öte yandan, mes’eleyi yalnız ma’nevî cihad şeklinde ele alıp “kendi kavgamı vermeden, başkalarıyla uğraşmam doğru olmaz” diyerek bir köşeye çekilenler, çekilip nefsine derece kazandırmayı herşeyin üstünde görenler ve dışa karşı verilen kavgaya iştirak etmeyenler ise -en hafif ifadeyle- İslâm’ı yogileştirme gayretine düşmüşler demektir.
Bu ikinci gruptakilerin bazılarında şöyle bir düşünce hakimdir: Koyunu kendi ayağından, keçiyi de yine kendi ayağından asarlar. Nefsini kurtaramayan, başkasını da kurtaramaz. Öyleyse insan, önce kendini kurtarmaya bakmalıdır. Oysa böyle düşünen kimseler, her şeyden önce bilmelidirler ki, insan, nefsini kurtardığını zannettiği gün, kendini girdapların en içinden çıkılmazına kapdırmış sayılır. Aslında, kim kendini kurtardığını söyleyebilir ki? Kur’ân, “Yakîn sana gelinceye kadar Rabbine kulluk et” (Hicr Sûresi, 99) buyurmaktadır. Yani kimse, perde açılıp da öbür âlemden “artık buyur” deninceye kadar, kulluk ma’nâsına dahil hiçbir fiilden uzak kalamaz. İnsan, ömürünün son nefesine kadar kullukla mükelleftir.
Bu durumda, mükellefiyetleri devam eden bir insanın kendini kurtardığını söylemesi nasıl mümkün olabilir ki..! Öyleyse, insanın nefsiyle cedelleşmesi, içindeki fena huylarla yaka paça olması ve kendini ıslaha çalışması, hayatının sonuna kadar devam edecektir.
Havf ve recâ ağırlıklı bir hayat yaşamak mecburiyetindeyiz. Neticeden emin olmak, hiçbir mü’mine yakışmaz. Ümitsizlik de, aynı şekilde mü’minin sıfatı olamaz. Ancak, havf tarafı ağır basmalıdır. Hz. Ömer gibi bir insan bile, son anlarını yaşarken endişe içindeydi. Ancak hakkında İbn-i Abbas’ın hüsn-ü şehâdette bulunması ve “senin iyi bir insan olduğuna ahirettte ben şahid olurum” demesi, bir ma’nâda onu bu endişeden kurtarmıştı. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Rabbinin azametinden korkana Cenab-ı Hakk iki cennet va’detmektedir.” (Rahman, 46) buyurulmakta değil midir?
Netice olarak, mevzûu şöyle hülâsa edebiliriz:
Küçük ve büyük cihad, teker teker ele alındığında, birinde sadece lafazanlık, diyalektik ve anarşi, diğerinde ise mistiklik, miskinlik, tembellik ve uyuşukluk hakim olur. Hakikî cihad, her ikisini birleştirmekle mümkündür ki, Allah Rasûlü’nün ve sahabenin cihad anlayışı da budur.
İslâm’ın yetiştirdiği büyük ve hakikî mürşidlerde de hep aynı cihad şuurunu görmekteyiz. Onlardan hiç biri, cihadı tek yönlü ele almamış, demir parmaklıklar arkasında bile hakkı neşretme gayretinden bir an uzak durmamış ve gecelerini gündüzleri kadar aydınlık geçirmişlerdir. Rableriyle olan münasebetlerini de asla gevşetmemiş ve hizmetlerinin çapı ne derece geniş olursa olsun, kalb dairesini ihmale uğratmamışlardır. Bu sayede duydukları her şey, onlarda yeni bir iman peteğinin oluşmasına vesile olmuş; böylece ihsan şuuruyla yaşamış; kendilerini her an Cenâb-ı Hakk’ın murakabesinde hissetmiş ve bu amelleriyle Rabb’lerine o derece kurbiyet ve yakınlık kazanmışlardır ki, Rabb, onların gören gözü ve tutan eli olmuş ve böylece birleri bereketlenip binlere ulaşmıştır.
Günümüzün insanı, Cenâb-ı Hakk’ı hoşnud edecek bir cihad yapmak istiyorsa -ki öyle yapması lâzımdır- başkalarına hak ve hakikatı anlatıp neşretmenin yanıbaşında, kendisini ve arzularını da kontrol altına alıp, ciddî bir iç murakabesine geçmelidir. Yoksa, kendi kendini aldatma ihtimali çok kuvvetlidir ve yaptığı şeylerin, ne kendine, ne de başkalarına yararı olmayacaktır.
Cihad eri, Allah’ı her şeye tercih edecek şekilde ihlâslı, samimî, yürekten ve gönül insanı olmalıdır. Ancak o zaman, verilen mücadele faydalı olacaktır. O, başkalarına karşı felsefe yapıp zihinlere faydalı faydasız bir sürü malûmat yığını aktarma yerine, kalp ve kafalara mümkün olduğunca samimiyet, hüsn-ü niyet, içtenlik ve gönül adamı olma şuurunu yerleştirmeye çalışmalıdır.
Cihad, bir iç ve dış fetih dengesidir. Onda hem erme, hem de erdirme söz konusudur. İnsanın özüne ermesi, bu, büyük cihaddır. Başkalarını erdirmesi, bu da küçük cihaddır. Bunun biri diğerinden ayrıldığı sürece, cihad, cihad olmaktan çıkar. Birinden miskinlik, diğerinden anarşi doğar. Halbuki biz, Muhammedî bir ruhun doğmasını bekliyoruz. Bu da, her mes’elede olduğu gibi bu mes’elede de, Allah Rasûlü’ne ittiba ve uymakla mümkün olacaktır.
Ne mutlu onlara ki, kendi kurtuluşları kadar başkalarının kurtuluşları için de yol ararlar. Ve yine ne mutlu onlara ki, başkalarını kurtaralım derken, kendilerini untumazlar!.. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:38 pm | |
| BÜYÜK CİHAD, KÜÇÜK CİHAD
Cihad, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayatın akışına ters mânilere göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihâd ma’nâsına ‘Cihad-ı ekber ’ diyoruz. Bir de, aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleştirmek için yapılanı vardır ki, bu da küçük cihad yani ‘Cihad-ı asgar’dır.
Düşmana haddini bildirmiş ve kılıçları düşman kanıyla kıpkızıl kesilmiş olarak bir cihaddan dönerken cemâatına hitaben Allah Rasûlü, “Şimdi, küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuşlardır. Büyük cihadın ne olduğunu soran sahâbeye de, “Nefisle mücâdele” cevabını vermişlerdir.
Bu ifâde, aslında bir hakikatın iki ayrı yüzüdür. Her iki yönünde de, insanlığın temizlenmesi, saflığa ermesi ve Allah katında matlûp keyfiyeti kazanması bahis mevzûudur ki, bu ma’nâda cihâdın büyüğü de, küçüğü de aynı hakikatın birbirini tamamlayan iki ayrı yüzüdür. Esasen, peygamberlerin gönderiliş gayesi de, insanların bu hale gelmesini sağlamaktır. Bu husus, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır: “Nitekim, kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitâb’ı ve hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik.” (Bakara, 151)
Peygamberler, insanların gözlerindeki perdeyi aralamak ve Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerini okumalarını temin etmek için gönderilmişlerdir. Böylece insanların zihin ve kalblerindeki mânialar yıkılacak, eşya ve hâdiselere bakış keyfiyetleri bütünüyle değişecek ve körlük ve sağırlık hesabına geçen günleri, peygamberlerin getirdikleri nur sayesinde aydınlanıp, ayrı bir ma’nâ ve değer kazanacaktır. Evet, âyât-ı tekvîniyeyi okuma ve anlama, ancak peyamberlerle mümkün olmuştur.
İnsanlar, madenler gibi işlenmeye muhtaçtırlar. Belli bir potada erimelidirler ki, üzerlerindeki curûfu ve işe yaramayan kısmı atarak, matlûb keyfiyeti elde edebilsinler. İstenilen keyfiyet ise, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu hüviyete kavuşmuş olmaktadır. Bu hâle ermek ise, ancak nebîlerin irşâdıyla mümkün olabilecektir. Onların eritici ve erdirici potasına girmeden saf ve som altın veya gümüş olmak, aslâ mümkün değildir.
Ayette dikkat çekilen bir başka husus da, Nebî’nin Kitâb’ı ve hikmeti öğretmesidir. Eğer Kitap’tan maksat Kur’ân ise -ki öyledir- hikmet, Kur’ân’dan başkasıdır. Zira aynı şeyin kendi üzerine atfedilmesi câiz değildir. Bundan da anlıyoruz ki hikmet, Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyeleridir.
Nebî, bunların ötesinde bir de bizlere, o güne kadar bilmediklerimizi ta’lîm edecektir. Bu hitap, sadece Kur’ân’ın inzâl buyurulduğu günün insanına inhisar ettirilemez. Demek ki, kıyâmete kadar gelen insanların Nebîden öğrenecekleri çok şey olacaktır...
Şahsî hayat adına, kalp tasfiyesine giden yolları biz, Allah Rasûlü’nden öğreniyoruz. O’nun tilmizleri arasında Hz. Ali gibi “gayb perdesi açılsa yakînim artmayacak ” diyen; Şah-ı Geylânî gibi, yerde iken gökteki esrarı sezen ve Fudayl b. İyaz, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafî gibi başları Nübûvvet’in kademine değen binler ve yüzbinler hep o büyük terbiyenin meyveleridir. Eğer Efendimiz’den sonra peygamberlik mukadder olsaydı, bunların her biri İsrail Peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semâsında pervâz edeceklerdi...
Peygamberimiz’in bize öğrettiği çok şey olmuştur ve daha da olacaktır. İnsanlık, hayatın her sahasında bugüne kadar akıl erdiremediği birçok mes'eleyi O’ndan öğrenmiş ve gelecekte de cehâletin zifirî karanlığından O’nun getirdiği nur sayesinde kurtulup, ışık cümbüşleri arasında birer aydınlık tufanı idrak edecek; ilim, fen ve tekniğin doruğuna bu ışıktan merdivenlerle tırmanacaktır.
Evet, peygamberlik mesleği, insanları billûrlaştırma, olgunlaştırma, özlerine ulaştırma ve Rabb’in hoşnut olacağı bir duruma kavuşturma vazifesini yüklenen ve kendinden sonra gelen da’vâ adamlarına da aynı yükü mîras olarak bırakan bir meslektir. Bu neticeyi elde edebilmek de, ancak cihadla mümkündür. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:39 pm | |
| CİHAD VE FONKSİYONLARI
Cihad, varlığı kıyamete kadar sürecek olan dinin temel esaslarından bir esas, temel rükünlerinden bir rükün ve müeyyidelerinden bir müeyyidedir. Ancak cihad, nasıl bütün zaman dilimleriyle bütünleşmişse, aynı şekilde kendi mekânlarıyla da bütünleşmelidir ki, cihaddan beklenen misyon tam elde edilebilsin ve cihad, milletler arası denge unsuru olma mükellefiyetini tam eda edebilsin...
Medrese, okul, mektep birinci dereceden cihad müesseseleridir. Her türlü terakkî ve yükselite betiklik yapacak bu müesseseler çok güçlü olmalıdır ki, cehalet denen en amansız düşmanla başetmek mümkün olabilsin. Cehalete karşı bayrak açmış bütün maarif yuvaları, cihad adına kurulmuş müesseselerdir ve cihadın bir yönü de işte bu maarif yuvalarına bakar...
Tekkeler veya camisiyle, mescidiyle ve bu işe hasredilmiş evleriyle tekke vazifesini gören bütün yerler de cihada ait önemli müesseselerdir. Buralarda ruh hallaç edilir, buralarda his, duygu ve latifeler geliştirilir ve yine buralarda nefis denen en acımasız düşmana karşı kavga verilir. Cihadın ikinci yönü, bu ruhanî oba ve kuruluşlara bakar.
Cihada ait müesseselerden bir diğeri de kışladır. Haricî ve dahilî her türlü tecavüzü önleme, mazlum milletlere revâ görülen zulmü bertaraf etme ve dünyada umumî bir sulh ve düzen kurma, ancak kışlanın çok güçlü olmasına bağlı bir husustur ki, dolayısıyla cihadın bir yönü de kışlaya bakar.
Bize göre bütün bu kuruluş ve müesseseler, aynı vahidin üç ayrı yüzünden ibarettir ve bunları birbirinden tefrik edip ayrı mütalâa etmek doğru değildir. Zira “mekârim-i ahlâk”, ancak bu ölçüyle elde edilebilir. Evet, Allah Rasûlü işte bu mekârim-i ahlâk’ı, yani güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir.
İnsanlar, eksiklerini Allah Rasûlü’nün getirdiği ahlâk ile tamamlayacak ve neticede kâmil hale geleceklerdir. Yarım kalmış arşiyeler O’nunla tamamlanacak ve Allah’tan gelen insan yine Allah’a O’nun getirdiği ahlâkın ışıktan kollarıyla ulaşacaktır. Yani, Allah ahlâkıyla ahlâklanma, ancak Allah Rasûlü’nün ahlâkını örnek edinmekle mümkün olacaktır. Bunun için de aynen Allah Rasûlü gibi davranıp, kışlayı, medreseyi ve mescidi bir araya getirmek ve aynı çatı altına yerleştirmek, ihmali caiz olamayan bir vecibe ve bir şarttır. Ve şu husus kat’iyyen bilinmelidir ki, insanlık cihadı kendi müesseseleriyle bu denli bütünleştirebildiği zaman kurtulacaktır...
Cihad, Allah’ın bize emrettiği ve bizim vazifeli bulunduğumuz ahkâmın “hüsün li-gayrihî” ile güzel olmayan şeyi emretmez. Bir bakıma Eş’arîliği tedayi ettiren ifadeyle biz, Rabbimizin emrettiği herşeyde bir güzellik vardır, diyoruz. Namazımız, orucumuz, haccımız, zekâtımız ve Allah’ın emrettiği ölçüde insanlarla olan bütün muaşeret ve muamelâtımız hep güzeldir. Onun için Efendimiz (sav), bir hadis-i şeriflerinde “Ne yaparsan güzel yap.. Hayvanı boğazlamadan, ailevî muâşeretine kadar herşeyin güzel olsun” buyurmaktadırlar. Yani, Allah’ın emirleri istikametinde ve O’nunla münasebetimiz içinde vazifelerimizi yaptığımız zamandır ki, güzel olanı yapmış olacağız. Zaten bir yönüyle memur olduğumuz şeyler güzeldir; bir yönüyle de biz, yaptığımız şeyleri ihsan şuuruyla yapacak ve yaptıklarımıza ayrı bir güzellik kazandıracağız. Rabbimizi görüyor gibi O’na kulluk yapacağız. Biz O’nu görmesek dahi, O bizi görüyor. İşte vazifemizi bu hava içinde yerine getirmeye çalıtacak ve neticede, güzel’i yakalayacağız.
Cihada “hüsün li-gayrihî” dedik. Bunun usûldeki ifadesi, cihad, bi-zatîhî, yani cihad olduğu için güzel değildir. Cihad, ‘i’lâ-i kelimetullah’tan dolayı güzeldir... Cihad, mü’mini yeryüzünde muvazene unsuru kıldığından dolayı güzeldir... Cihad, kendisine tasallut ve tecavüz olduğu zaman mü’mine hakkını aramak salahiyeti verdiğinden dolayı güzeldir... Cihad, mü’mini yeryüzünde mazlum insanların imdadına koşturduğu için güzeldir... Yoksa, cihadın kendisinde tahrip vardır, öldürme vardır ve bu yönüyle güzel değildir. Binaenaleyh, cihad teşri kılınırken, onun güzelliği “i’lâ-i kelimetullah” şartına bağlanmıştır. Mü’min mücahede edecek; ata, tayyareye binecek; tank, uçaksavar kullanacak. Ancak bütün bunları, Allah’ın yüce adını yükseltmek gayesiyle yapacak. İşte, mü’minin memur olduğu cihad budur. Mücadelesi bu maksatla olmaz da aksine hamiyyet, kan, ırk veya başka izm’lerin kavgası şeklinde olursa, bu takdirde kişi, cihad yapmış olmaz. Allah’ın meşrû kıldığı ve bizim mükellef olduğumuz cihad, Allah’ın yüce adını yükseltmeye matuf olan cihaddır ki, Allah Rasûlü, Buharî ve Müslim’deki şu hadisiyle buna işaret etmektedir:
“Kim Allah’ın yüce adının yükselmesi için mücadele ederse, işte o Allah yolundadır.” Bunun mefhum-u muhalifi şudur: Bir insanın mücadelesi, Allah’ın yüce adını âfâk-ı âlemde şehbal açtırmak istikametine değilse, o mücadele, Allah yolunda yapılan bir cihad değildir ve onda güzellik de yoktur.
Bu sebepledir ki, günümüzde belli bir mücadele içinde olan insanları bu cihad anlayışı istikametinde kavga vermeye davet ediyoruz. Cihad, i’lâ-i kelimetullah adına yapılır. Dava adamı, Rabbin yüce adını yüceltmek ve yeryüzünde muzlim hiçbir yer bırakmamak için cihad yapar. Dağları, vadileri aşar, ormanları geçer ve önüne okyanuslar çıktığı zaman da Utbe b. Nafi gibi “Rabbim, eğer bu deniz önüme çıkmasaydı, Senin adını tâ ötelere götürecektim”der. Onu tek başına bir adaya koysalar, bu defa da bir merdiven arar, ta göklere doğru uzanayım da, orada cinlere ve ervah-ı habîseye Rabbimin adını duyurayım diye çırpınır. Onun içindir ki, Allah Rasûlü (sav), “Cihad, kıyamete kadar devam edecektir” buyurmuşlardır.
Mekke’nin fethini müteakip birisi gelir ve “Ya Rasûlallah! Ben hicret etmek istiyorum” der. Allah Rasûlü (sav), “Fetihten sonra artık hicret yoktur; ancak cihad vardır.” cevabını verir.
Mekke’nin fethine kadar hicretin bir ma’nâsı vardı. Hicret, o devrede ayn-ı cihad demekti. Fakat, fetihten sonra hicretin tek başına ifade edeceği bir ma’nâ kalmadı. Yani artık hicret, hicret olarak cihad değildir. Şu kadar ki, (Hicret, ‘dörtbir yana’ şimdi yeniden açıldı! Bir tereddüt doğar, bir açıklama gerekir mi?- Allah’ın dinini yayma adına, her zaman hicretler vâkî olmuştur denebilir mi; dünden bugüne) hicret sevabını elde etmek, her zaman mümkündür. Bu da, cihad ile imkân dahiline girecektir. Cihad için ise başka yere hicret şart değildir. Herkes, kendi bulunduğu muhit içinde de cihad edebilir. Bu, bir bakıma bataklıkta gül yetiştirmenin veya çölde vahâ kurmanın kavgası olacak, yani herkes cehenneme benzeyen çevresini cennete çevirmenin mücadelesini verecektir.
Cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Zira biz ne yaparsak yapalım, küfründe ısrar eden kâfir, mutlaka bulunacaktır. Onun mevcudiyeti ise, bizim cihadımızın devam etmesi demektir. Biz, ona Rabbimizi anlatmakla mükellefiz. Ancak biz gayet masum bir düşünce ile bu yola koyulmuşken, onlar karşımıza mekanize birliklerle çıkar ve bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler. İşte o zaman, maddî cihad başlar. Eğer biz bu maddî cihadda muvaffak olamazsak, yakın bir gelecekte manevî cihaddan da mahrum hale geliriz. Onun için, maddî cihadın lüzumlu olduğu hallerde mutlaka bu cihad yerine getirilmelidir.
Bir devrede ecdadımız, işte bunun kavgasını verdi. Salip zihniyeti onun cihadına mani olmak isteyince, o da bu maniayı bertaraf etmenin yolunu araştırdı. Ecdadımızın kavgasının ma’nâsı buydu. Haşa ki, onlar gittikleri yerlere başka bir gaye için gitmiş olsunlar. Ve yine haşa ki, onları harekete geçiren sâik, ülkeleri istilâ etme sevdası olsun. Onlar, i’lâ-i kelimetullah’ın sevdalısı ve mecnunuydular. Tek dertleri Cihanın dört bir yanında hakikatının duyulmasını te’min etmekti. Böylece, yeryüzünde muzlim tek nokta kalmayacak ve her taraf iman ışığı ile yıkanacaktı. Sanki onlar, birer müezzin idiler. Bulundukları asrın minaresinin başına çıkmış ezan okuyor ve bu şekilde bütün kâinatı şehadetlerine şâhid tutmak istiyorlardı. Nasıl ki, müezzin ezân okur ve sesinin ulaştığı her şey ahirette ona şahidlik edecektir, öyle de, ecdâdımız, ahirette bütün mükevvanâtı kendilerine şâhid yapma peşindeydi.
Bizde, bir milletin yüce minaresinden ordu diliyle ve silahların tarrakaları içinde âfâk-ı aleme “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Rasûlullah”ı haykırma vardır. Bizde istilâ, bizde teğallüp yoktur. Hz. Fatih’in, Hz. Yavuz’un ve daha nice büyük hükümdarların bir müezzin gibi devlet minaresinin başında, insanlığın muzlim noktalarına, “Allah’tan başka ma’bud-u Mutlak yoktur” diye kükremeleri öyle müthiş bir müezzinliktir ki, siz bu müezzinliğin şahidlerini Belgrad ormanlarından Himalaya eteklerine kadar çok geniş bir sahaya yayılmış bulacak; okyanusların mevcelerinin bile buna şehadet ettiğini duyacaksınız. Evet, bütün muzlim noktaları aydınlatmak, karanlık yerlere Rasûlullah’ın adının ışığını götürmek ve âlemi Kur’ân’ın envarıyla donatmak için cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Öyleyse mü’min, i’lâ-i kelimetullah adına vatanı haricî ve dahilî düşmanların hücumuna maruz kaldığında ve bundan da önemlisi, ümmet-i vasat olarak yeryüzünde muvazene unsuru olabilme mevkiini kazanmak için cihad yapacaktır. Biz, bu muallâ mevkiyi ihraz etmekle mükellefiz. Hedefimiz budur. Zira, Allah bizim için “Sizi, insanlara şahid olasınız diye ümmet-i vasat kıldım”. buyurmaktadır. Bunun ma’nâsı, “Sizi müracaat mercii, muvazene unsuru ve istikametin tahidi yarattım” demektir. Allah (cc), bizi a’lâ-i illiyin-i insaniyete, devletlerin üstüne çıkmaya, Himalayaların en zirvesini ihraz etmeye ve Hira dağının başına tırmanmaya, Rasûl-ü Ekrem’le semanın eteklerinin ibtisal peyda ettiği ve Hz. Muhammed (sav)’in melekleştiği ve menfezler bulup cihanı fethettiği noktaya davet ediyor. Ya o noktaya çıkma azmini kazanacak ve böylece yaşama hakkını kazanmış olacağız, ya da dûn himmetlik içinde halimize razı olacak ve esfel-i sâfilîne sükût edip, ayaklar altında kalacağız. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:39 pm | |
| CİHAD HAYAT KAYNAĞIDIR
Cihad, müslüman milletleri canlı tutan bir hayat kaynağıdır. Maddî-manevî cihaddan mahrum bırakılan bir milletin arasında dahilî sürtüşmeler baş gösterir ve o millet, içten içe kokuşmaya başlar. Osmanlı gibi... Elbette Osmanlı’nın kokuşması bir kaderdir. Ama, buna sebep olanlar vardır. Hükümdarlar, saraylarda sefil zevklerini yaşamaya koyuldular ve i’lâ-i kelimetullah yapmak üzere savaşa gitmediler. Onların bu gevşekliği, orduya da sirayet etti. Bu ise, ruh sefaletini doğurdu ve neticede Osmanlı, dünya devletlerinin üstündeki muallâ mevkiini kaybetti. En nihayet dahilî sürtüşmeler, koskoca bir devlet-i âliyeyi yedi, bitirdi.
Biz cihadı terkettiğimiz günden itibaren içimizde fırkalar türedi ve şu anda mevcud olan bütün fırka ve fraksiyonlar, o devirde atılan menfî tohumların, cehennem zakkumu gibi neşv u nemâ bulmuş şekillerinden başka bir şey değildir. Bu halden kurtulmanın tek çaresi vardır ki, o da cihaddır. Cihad, bir mü’minin uğruna canını feda edebileceği en tatlı ümniye ve en tatlı idealdir. Zira mü’min, kendi teri içinde boğulma veya kendi kanıyla abdest alma zevkini ancak cihadla tadacaktır. Öyle tadacak ve öyle zevk alacaktır ki, Harâm b. Milhan’ın sinesinden yediği bir okla yere düşerken dediği gibi: “Kabe’nin Rabbine yemin ederim ki kurtuldum..” diyecektir. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:39 pm | |
| CİHAD EN KÂRLI TİCARETTİR
Allah (cc) bizi, en kazançlı ticarete davet ederken şöyle demektedir:
“Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak ticareti size haber vereyim mi? Allah’a ve peygamberine inanır ve Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz. Bilseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (Saff, 10-11)
Yani, “Ey iman edenler! Sizi öyle bir ticarete çağırıyorum ki, siz o ticareti yapmakla, canınızı yakacak azaplardan kurtulmuş olacaksınız. Allah’a ve Rasûlü’ne gönülden inanın ve Allah yolunda malınızla canınızla mücahede edin. Bu ticaretin en büyüğüdür. Sizi dünya ve ahirette azaptan kurtaracak tek ticaret de budur. Bu yolda sizin soluklarınız ibadet, nefesleriniz tesbihattır. Attığınız her adımda cihad sevabı alırsınız. Zira, kendinizi Rabbinize adamış ve Allah’a bağlanmışsınız”.
Efendimiz de bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Kendinizi Allah’a adadığınız bir gün, dünya ve dünya üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır. Bu gayeyle kullandığınız kamçının cennetteki yeri, dünya ve dünya üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır. Bir sabah ve akşam cihada gidiş, dünya ve üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır”.
Evet, cihad, dünyanın bütün saltanat ve debdebesinden, maddî-manevî bütün füyuzat hislerinden, velîlikten, keşiften ve kerametten, insanların içini okumaktan, burada iken Kâbe’de namaz kılmaktan, elini sokup insanın kalbiyle oynamaktan ve velâyetteki en âlî makamlardan daha hayırlıdır. Zira cihad, insanın ses ve soluğuna kudsiyet kazandırır. Ona şu ölümlü dünyada ölümsüzlüğün sırrını keşfettirir. Zaten ölüme mecburen gittiğimiz şu dünyada ölmeme sırrını araştırmak, insanlığın muktezasıdır. Onu kaybetmeyen herkes, bunu araştıracaktır. Ölümsüzlüğü bulmanın tek çaresi ise, fani şeyleri Bakî’nin yolunda sarfetmektir. Allah (cc): “Allah, mü’minlerden cennet karşılığında mal ve canlarını satın almak istiyor.” buyurmaktadır (Tevbe, 111). Ehlullahtan bir zat, kendi canını üç defa Allah’tan satın aldığını söyler. Her defasında ağırlığınca gümüşü Allah yolunda sarfeder. Bunu yaparken de, “Allahım, benim asıl kıymetim bu kadar da değildir; ama kendime kıymetimden fazlasını ödedim ve senin yolunda kendimi şu kadar gümüşe sattım” der. İşte Allah (cc), tatlı bir mukabele ile sizi böyle bir alış-verişe davet ediyor. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:39 pm | |
| CİHAD RUHU, UYARILMASI GEREKEN EN YÜCE DUYGUDUR
Mü’minde uyarılması gereken en yüce duygu, cihad rûhudur. Cihad duygusuna sahip olmayan insanlar, mezar taşlarından farksızdır. Onlar, başka değil, sadece ölülerin temsilcileridir. Böylelerine Allah’ın nazar-ı merhametle bakması düşünülemez. Kendisini Cenâb-ı Hakk’ın yüce adını anlatmaya adamamış bir insanın, sâir canlılardan bariz ve beyyin bir farkı da yoktur. İnsan, mücahedesi nisbetinde canlılık kazanır. Zira o, ancak cihadla kendini, ailesini ve milletini ihyâ etme imkânını elde edecektir. Diriliş, ancak cihadla gerçekleşir. Ve insanın attığı en büyük, en kudsî, en verimli, en semereli adım, mücahede ve mücadele istikametinde attığı adımdır.
Rasûl-ü Ekrem, bu mücadele ruh ve aşkını uyardı. Ölümden yılmayan, yolundan dönmeyen, alabildiğine zinde bir cemaat meydana getirdi ve onlara mücadele sahalarını gösterdi. Artık bu cemaate sadece mücadele etmek düşüyordu. Ölümsüzlüğün sırrını onlar bu şekilde yakaladılar. Kıyâmet’e kadar defterleri kapanmayacak ve böylece ebedîyen yaşamış olacaklardır. Maddeten ölüp gitmiş olsalar bile, İslâm uğruna katlandıkları, göğüs gerdikleri mehâlikten ötürü bizler ve bütün gelecek nesiller onları hep hayırla yad edeceğiz. Onlar adına ağzımızdan hayırla çıkan her kelime, defter-i hasenâtlarına kayd olacaktır.
Bu duygu, insanın içinde uyanınca en âlî ümniye, en tatlı ideal ve en yüce düşünce olur. İşte sahabide gelişen duygu ve düşünce buydu. Bedir’e gidebilmek için birbiriyle yarışıyorlar, çocuklar sırf harbe iştirak edebilmek için, parmaklarının ucuna dikilerek boylarını büyük göstermeye çalışıyorlardı. Geride bırakılan insanlara gelince, onlar harbe katılamadıklarından dolayı müteessir idiler. “Rasûl-i Ekrem (sav) bizi niye kadınlarla başbaşa bırakıyor? Cihad erkek işiyse, biz kadınlar gibi neden evde kalıyoruz” diyorlardı. Topluluk, Bedir’e bu hava içinde çıkmıştı. İnsanlığın kaderini değiştirecek bir mücadele verilecek, bir cihad yapılacaktı. O güne kadar irşad ve tebliğ yapılıyordu. Ama kâfir, mü’minin karşısına çıkınca Allah Rasûlü (sav), ashabını topladı ve “Bu toplulukla muharebe hususundaki görüşünüz nedir?” diye sordu. İlk cevap verenler, “Ya Rasûlallah, biz buraya sadece kervanı takip etmek için çıktık. Yanımıza fazladan ne ok, ne de kılıç aldık. Karşı taraftaki düşman ise, bir kaç katımız; bizden çok kuvvetliler. Onlarla harb etmeye hazır değiliz” dediler.
Allah Rasûlü, bu sözlerden memnun olmamıştı. Memnun olmadığını anlayan Mikdad bin Amr veya Mikdad bin Esved -ki o gün Bedir’in tek süvarisiydi- atını ileriye sürdü ve, “Yâ Rasûlallah, biz Sana Hz. Musa’nın cemaatinin Hz. Musa’ya dediği gibi demeyeceğiz. Onlar, “Sen ve Rabbin gidin savaşın biz burada oturuyoruz.” demişlerdi. Biz ise, şöyle diyoruz: “Seni hakk peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ediyoruz ki, eğer Sen deveni Berk-i Gımad tepelerine kadar kamçılasan, sürsen, vallahi bir lahza arkandan ayrılmadan takip edeceğiz.” dedi. Allah Rasûlü, Muhacirin-i kiram adına konuşan ve bu mevzûda kendine teminat veren Mikdad b. Esved veya Amr’dan memnun olmuştu.
Ardından, Ensar’a döndü ve “Ey kavim bana reyinizi söyleyin” buyurdu. Sa’d b. Muaz hemen ayağa kalktı ve “Ya Rasûlallah öyle zannediyorum ki, bizi kasdediyorsun?” dedi. Allah Rasûlü, yüz ifadesiyle “evet” deyince, bu defa bütün Ensar adına şunları söyledi: “Yâ Rasûlallah, biz Sana tabiyiz. İşte malımız, istediğini al, istediğini bırak. İşte canımız, istediğin yere sarfet, istediğinle bağlarımızı kopar, istediğinle sağlamlaştır. İstediğinle harb, istediğinle sulh et. Bizden bir kişi bile Sen’den geri kalmayacaktır...”
Allah Rasûlü, Mikdad’dan sonra Sa’d’ın bu sözlerinden de çok memnun kaldı ve “Allah’ın bereketi üzerine yürüyün. Allah bana iki topluluktan birini vadetti. Ya kervanın ganimeti elimize geçecek veya bu düşmana karşı zafer elde edeceğiz.” buyurdu. Sahâbi, ciddî bir coşkunluk içindeydi. Bilâhare karşılarında çözülen, dağılan ve hezimet içinde Mekke’ye kadar kaçan küfür ordusunun fertleri, daha sonra şunları söyleyeceklerdi: “Bizi öyle kıskıvrak yakaladılar ki, sanki elimiz kolumuz bağlı, onlara teslim olmuştuk ve onlar da, boyunlarımızı vuruyorlardı”.
Evet, Din-i Mübîn-i İslâm’ın hakimiyetinin devamı ve müslümanın zilletten kurtulup, izzetle yaşayabilmesi için cihad bir vecibedir. İslâmî bir cemiyet içinde bu işi sistemli şekilde yürüten bir grup yoksa -ki Kur’ân, “olsun” diyor- İslâmî hayat da yoktur. Ferdî müslümanlık olsa bile, te’yidsiz ve desteksiz kalır. Müslümanlar fezayı fethe gitseler, yıldızları birbirine bağlasalar dahi, bu vazifeyi terkettikleri zaman, yine başaşağı geleceklerdir. Teknik, teknoloji ve sanayide kat edilen terakkî müslümanları içine düştükleri çukurdan tek başına kurtaramayacaktır. Cihad, bir farz-ı kifâyedir. Ancak bu vazife sistemli olarak hiç kimse tarafından yapılmaz ve bütün bütün ihmale uğrarsa, işte o zaman cihad farz-ı ayn haline gelir ve her ferd teker teker cihaddan mesul olur. Bilhassa günümüzde küfür cephesi gayet koordineli ve sistemli bir çalışmayla bir milleti ayakta tutacak en hayatî üniteleri ele geçiriyorsa ve geçirmişse, bu durumda cihad, farzlar ötesi farzdır ve müslümanlar, mutlaka sistemli bir şekilde cihad yapmalıdırlar.
Devlet, sistemli olarak cihad yapmalıdır. Bazan bu cihadı ordu yüklenir; bazan emniyet kuvvetleri, dahilî tecavüzlere karşı cihad yapar. Asker milletin cihadı ise cihanşümûldür. Zira o, yeryüzünde muvazene unsurudur. Allah, ona bu misyonu vermiştir.
Ancak onun yeryüzünde muvazene unsuru olabilmesi, bu işi en kudsî, en büyük vazife bilmesine bağlıdır. Böyle bir vazifeyi üzerine alan bir millet olmadığı takdirde, yeryüzünde muvazeneden bahsetmek mümkün değildir. Ne acıdır ki, 2-3 asırdan beri mü’minler, başkalarının muvazenelerine uymuş ve fakat bir türlü muvazene unsuru olma mevzûunda gayret sarfetmemişlerdir. Mü’minin camisi uyuşukların, miskinlerin yeri olmuş, tekkesi ve zaviyesi aşktan mahrum insanların yatıp kalktıkları izbehaneler haline gelmiş, medresesi, skolastik Batı kültürünün tedris edildiği yer durumuna düşmüş ve mü’minler, bu halleriyle mes’elelerini dehlizlerde anlatan ve devrini idraktan mahrum insanlar olarak elbette dünya muvazenesindeki mevcud ağırlıklarını koruyamamışlardır. Cihanın tekniğine hükmedemedikten, teknolojide asrın önüne geçemedikten, aşk vecd içinde Sahabî seviyesinde bir hayat yaşayamadıktan, gecenin karanlık zülüfleri üzerine Tabiîn’in ibadet ü taatını dökemedikten sonra, müslümanlık adına yapılacak hiçbir şey yoktur dersem, bu asla ifadede huşûnet olarak telâkki edilmemelidir. Zira, asrını yaşamayan, dertlerine kendi asrına göre mualece ve müdahalede bulunamayan insanın, müslümanlık adına bir iş yapması asla söz konusu olamaz. Böyle bir müslüman sabaha kadar ellibin tesbih çekse, bütün gecesini ibadetle geçirse dahi bu hüküm değişmeyecektir. Ancak, İslâm’ı bütünüyle kavrayıp bütünüyle hazmeden ve hakikat-ı Ahmediye (sav) çevresine intikal ettirme hususunda gayret gösteren insandır ki, muvazene unsuru olmada ilk adımı atmış demektir. Böyle bir insanı tebcil eder ve ayağının bastığı yeri gözümüze sürme diye çekeriz.
Bizim açılacak mektebe ve orada müfredat programına göre ders görecek talebeye ihtiyacımız yok, ancak sahabî ruhuyla mes’eleyi omuzlayan aşk, vecd ve ruh insanına ihtiyacımız var. Neslimiz, bu hüviyet ve havasıyla arz-ı endam ettiği an, “üç asırdan beri seni âfâkta arıyorduk; halbuki sen, içimizdeymişsin.” diye sevinecek ve bayram yapacağız.
Kesret mübtelâsı değiliz. Cemaatlerin fevc fevc bize dehaletini gaye edinmiyoruz. Kütüphanelerde mahzen-i esrar faresi gibi kitap fişleyip, sonra da iki satırlık yazının altına yüz tane kayıd düşmenin merakını da taşımıyoruz. Biz, yazılmış ve yazılacak eserlerin, evvelâ semavî aslı ve hakikatıyla iç içe bütünleşmesinin sevdalısıyız. Sonra da semavî hakikatların hayatımıza hayat olmasını arzuluyoruz.
İslâmî onur ve gurur taşıyan ve ferd ve millet, mutlaka kendini cihad vazifesiyle vazifeli olarak görür. Kendinde böyle bir mes’ûliyet hissetmeyen ferd ve milletlerin ise, İslâmî onur ve gururdan nasibi olduğu söylenemez.
Cihad, öyle bir vazife ve mükellefiyettir ki, bir cemaatin mutlaka kendisini bu işe vakfetmesi ve “ribat” yapması gerekmektedir. Böylece iç ve dış düşmanlardan gelebilecek maddî-manevî her türlü saldırı önlenecek ve bu uyûn-u sâhire (uyanık gözler) vasıtasıyla bütün bir millet, mutlak felâket ve helâketlerden kurtulmuş olacaktır. Bu gayret içinde olan insanların saniyeleri seneler, seneleri ise asırlar kadar bereketlidir. Onlar daha dünyada iken ebediyeti yakalamış talihlilerdir. Hayatlarını vakıf haline getirmeleri sebebiyle de, yiyip içmeleri, yatıp uyumaları dahi ibadet olarak kabul görecektir. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:40 pm | |
| CİHAD BİR BEREKET İKLİMİDİR
Hayırlı bir işin yolunda olmak da hayırdır. Nitekim şer, kendisi şer olduğu gibi, ona götüren yol da şerdir.
Kendini hayra adamış, hayırlı işe vakfetmiş insan için gün, yirmi dört saat değildir. Yirmi dört saatin yirmi dördü de onun hasenat defterine hasenat olarak geçer. Yatarken kalkarken, yerken, içerken, gezerken ve hattâ uyurken hep bu da’va ve hakikatın sevdasıyla yaşar. Zira o, olduğundan büyük bir davaya, büyük bir hakikate gönül vermiş. Hayatını bu düşüncelerle planladığı, bu düşüncelerle çeşitli bölümlere ayırdığı için Allah (cc) onun hayatındaki karanlık noktaları dahi, niyet ve düşüncesiyle aydınlatır ve onu apaydın bir hayata ulaştırır. Allah yolunda olan insanın hayatında karanlık nokta yoktur. Onun gecesi, gündüzü kadar aydındır. Hayatının her saniyesi, ibadetle geçen seneler hükmündedir. Çünkü o, hayırlı bir yoldadır. Ve bâkî istikametinde sarfedilen zaman parçasının kısalığına, uzunluğuna bakılmaksızın, Allah (cc) tarafından sonsuzca mükâfatı verilecektir. Dolayısıyla onun bir ân-ı seyyâlesi, binlerce senelik ma’nâsı bir hayata müreccahtır.
Bu sırrı kavradığı içindir ki sahabî, durmadan Allah Rasûlü’ne müracaat ediyor ve kendisi için hayır yollarının çoğaltılması talebinde bulunuyordu. Onlardan niceleri nice defalar gelmiş ve “Yâ Rasûlallah! Bana öyle bir hayır öğret ki, onu yaptığımda cennete girebileyim” demiştir. Allah ma’rifetiyle akılları aydınlanmış olan bu insanlar, durmadan hayır kapısı araştırıyorlardı. Bu, bir bakıma, ebediyet yolunda yolculuklarını kolaylaştırmanın çaresini de aramak demekti.
Müracaatlar, hep hayır istikametinde oluyor ve bütün hayatı tenvir istikametinde birbirleriyle adeta yarışıyorlardı. Bu sebepledir ki, o devirde genç, yaşlı, ihtiyar, kadın, erkek herkesi, kendini hayırdan uzaklaştıracak her şeye karşı ciddî bir küskünlük içinde görüyoruz.
Nesibetü’l-Maziniye, hayatı mücadeleyle geçmiş bir kadındı. Efendimiz (sav) Medine’ye teşrif edince, çocukları ve kocasıyla hemen emrine girmiş ve hizmetini yüklenmişti. Bedir’e de, Uhud’a da iştirak etmiş bulunan bu kadın, Uhud’da yaralıların yaralarını sarma vazifesini üzerine alır. Hayatı boyunca Efendimiz’le beraber bütün mücahede ve mücadelelere katılmak, daima en büyük arzusu olmuştur. Tesettür ayeti nazil olup da Efendimiz (sav) kendisine artık erkeklerle beraber cihada çıkamayacağını duyurunca, Nesibe beyninden vurulmuşa döndü. Kendi kendine, gözyaşları içinde, “Ya Rasûlallah Sen Allah yolunda cihada çıkarsın da, ben burda nasıl dururum?” diye söyleniyordu. Hayır yolundan alıkonmak, onu mahzun ve mükedder etmişti.
İbn-i Ömer diyor ki: “Bedir’e çıkıldığı zaman ben 13 yaşındaydım. Efendimiz parmağıyla işaret ederek, “sen geriye git” dedi. O gece geldim ve yatağa girdim. Allah’a yemin ederim ki, ondan daha ıstıraplı bir gece geçirmedim”.
Sa’d b. Ebî Vakkas’ın kardeşi olan Umeyr b. Ebi Vakkas, Bedir’e iştirak ettiğinde 12-13 yaşlarında bir çocuktu. O gün Allah Rasûlü, harbe iştirak edecekleri teftiş ederken o ayaklarının ucuna dikilmiş, boyunu büyük göstermeye çalışmıştı. Orduya kabul edildiğini duyunca da sevinçten uçacak hale gelmişti. Zira kendisine bir hayır kapısı açılmıştı. O, bu kapıdan girecek ve şehid olacaktı.
Ebû Süfyan, Rasûl-i Ekrem (sav)’e Mekke fethine kadar düşmanlık yapmıştı. Ancak müslüman olduktan sonra kendisi için sürekli bir hayır kapısı aradı durdu. Nihayet aradığını cihadda buldu ve cephede düşman tarafından atılan bir okla gözünü kaybedince, “Neye yararsın ki, yetmiş sene sahibini görmedin” diyerek düşman saflarına daldı. Belli ki, o da şehadet kovalıyordu.
İbn-i Hişam, 10 bin kişilik orduyla 100 bin kişilik Bizans ordusunun karşısına dikilmişti. O gün İbn-i Hişam’ı şöyle seslenirken görüyoruz: “Ey Bedir’de Rasûl-i Ekrem’in önünde savaşanlar; Uhud’da kıyasıya mücadele edenler; Hudeybiye’de O’nun elini sıkanlar -kendisi bunların arasında yoktu- gelin, bugün elele tutalım ve söz verip bu yüce bayrağı yere düşürmeyelim!” O bayrak düşmedi, el değiştirdi ama düşmedi. Eller kesilince, bacaklarla tutuldu, yine düşmedi. Bacaklar da kopunca üzerine abanıldı, yine bayrak yere düşürülmedi. Bir gün düşman bir adım ileri atabildiyse, bunu, ancak İbn-i Hişam’ın kütükte doğranan et haline gelmiş cesedine basarak yapmıştır. Cihad, onlar için bir dertti, bu derdin dermanı da, yine bizzat o derdin içindeydi.
Bilâl-i Habeşî (ra), Efendimiz’in vefatından sonra nice defa Hz. Ebû Bekir (ra)’a müracaatla Medine’den ayrılmak için izin istemiş, ancak Hz. Ebû Bekir, her defasında onun bu arzusunu geri çevirmişti. Zira o, Bilâl’i Allah Rasûlü’nden kendisine kalan bir yadigâr gibi görüyordu. Ne var ki, Bilâl’in de içi yanıyordu; o Allah Rasûlü’nün devrinde cihada çıkmaya ve harb meydanlarında kılıç sallayıp, sancak taşımaya alışmıştı. Şimdi sadece müezzinlik için Medine’de beklemek ona giran geliyordu. Bir Cuma günü Hz. Ebû Bekir hutbe verirken Bilal ayağa fırladı: “Ya Ebâ Bekir! Beni nefsin için mi, yoksa Allah için mi azad ettin?” dedi. Hz. Ebû Bekir, “Allah için” cevabını verince de, sözlerini şöyle bağladı: “Öyleyse Allah için beni bırak, ben cihad etmek istiyorum”.
Ve Bilâl, Şam önlerine gider, orada şehid olur ve meçhul bir mezara gömülür. Onu oralara götüren içinde yanan cihad aşkıydı.
Ebu Heysem, Allah Rasûlü Tebük’e giderken geri kalmıştı. Bu geri kalış ve bu gecikme, onun vicdanını öyle baskı altına aldı ve öyle rahatsız etti ki, duramadı ve hemen atına binip, yola koyuldu. At yorulunca da semeri yüklendi ve yola yaya olarak devam etti. O esnâda Allah Rasûlü, bir su başında ashabıyla beraber oturuyordu. Medine canibinden bir toz bulutunun yükseldiğini görünce, “Keşke Ebû Heysem olsan” dedi. Biraz sonra da Ebu Heysem göründü; pür-telaş geliyordu. Allah Rasûlü, onun gelişinden çok memnun olmuş ve kendisini candan tebrik etmişti. Ebu Heysem ise, kendisini Allah Rasûlü’nün kucağına atarak “Yâ Rasûlallah, nerede ise helak oluyordum” demişti. Zira cihaddan geri kalmak, ciddî bir günahtır; Ebû Heysem, işte böyle bir günahla helâk olmaktan korkuyordu. Buna karşılık cihad bir hayır kapısıdır; o kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır; Ya şehid olup, ebedî bir hayat ya da gazi olup, hem dünya hem de ukbâ nimetlerine ulaşacaktır. İşte, cihadda böyle bir bereket vardır. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:40 pm | |
| CİHAD HER MÜ’MİNİN VAZİFESİDİR
Dünya hayatında herkese düşen bir vazife vardır; hiçbir şeyin kararında kalmadığı, servetlerin payimal olup cennetlerin harabeye döndüğü ve insanlara ötede ancak buradan gönderdiklerinin fayda vereceği şu dünyada herkes, kendi durumuna göre bir şey yapacak ve bu örfaneye iştirak edecektir. Zira kat’iyyen bilinmelidir ki, ölümle herkesin amel defteri kapanacak ve herkes yaptığıyla karşı karşıya kalacak, ancak dinine, milletine, ırzına, namusuna ve korunması gereken her şeye zarar gelmesin diye kendini Allah yoluna adayanların; hayatı gerçek hayat içinde yaşayıp, Hz. Muhammed’siz bir dünyaya lânet okuyan ve her şeyleriyle yüce İslâm da’vasına sarılanların defterleri asla kapanmayacaktır. Bir hadis-i şerifte,
“O’nun ameli kıyamete kadar nemalanır” buyurulmaktadır. Çünkü O, bir çığır açmıştır ve dolayısıyle, kendisinden sonra o yolu takip edenlerin hasenatının bir misli ona da yazılacaktır. Hem o, kabrin fitnesinden ve dehşetinden de emin olacaktır; zira ölmemiştir ki kabir azabına dûçar olsun. Sadece cismaniyeti itibariyle yer değiştirmiş olup, arkada bıraktığı tatlı çizgileri ve izleriyle halâ insanların gönlünde yaşamaktadır.
Hz. Muhammed (sav)’e, Raşid Halifeler’e ve sahabîye ölü diyenin kendisi ölmüştür. Onlar öyle bir şehrah açmışlardır ki, uğradığımız yolun her girizgahında onlara ait bir kısım eserler görüyoruz. Ve her görüşte yüzümüzü yerlere sürüyor ve “Payidar olun. Bu yolu açtınız ve bize rahat ve emniyet içinde yürüme imkânı hazırladınız” diyoruz. Bu sebeple, onların fazilet, meziyet ve hasenatları üst üste yığılmakta ve arşa kadar yükselmektedir. Zaten onlar, kabir azabından da emindirler. Çünkü kabir azabı, ölü ruhlar, diri bir hayat yaşamayanlar, dini kendilerine can yapmayanlar, hakikat-ı Ahmediye’ye gönül vermiyenler ve Kur’ân’ı gözlerine sürme diye çekmeyenler içindir. Dolayısıyle hayatını bunlarla donatmış, mamur etmiş bir insanın kabir azabı çekmesi düşünülemez.
Yine cihadın faziletindedir ki, Fahr-i kâinat Efendimiz, şöyle buyuruyor:
“Kişinin kendisini bir gece Allah’a adaması, gündüzünde oruç tutulan, gecesinde de ibadet edilen bin günden daha hayırlıdır.” Bir tarafta bin gün oruç tutacak ve bin geceyi ihya edecek, beri tarafta ise, memleketin çeşitli boşluklarından istifade ile sızmak isteyen düşman karşısında uyanık bir nöbetçi olarak silah omuzda bekleyeceksiniz. İşte bu, öncekinden daha hayırlı bir ameldir ve Allah katında daha makbuldür.
Bir kısım mü’minler, cihad vazifelerini doğrudan doğruya ve fiilen yüklenip yaparlar ve neticede yukarıdan beri arzettiğimiz fazilete ererler. Bir kısım insanlar da vardır ki, onların bu işe fiilen sahip çıkmaları söz konusu değildir. Fakat onlar da, yaptıklarının karşılığını Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu olarak diğerleri ölçüsünde alacaklardır. Yani, imana ve Kur’ân’a hizmet istikametinde sırtına bir kerpiç alıp taşıyan insanın sa’yi heba olmayacaktır. Bu uğurda önüne tomar tomar kâğıt yığıp da İslâmî müessese yapacağım diye yazıp çizen mühendisin kaleminden damlıyan mürekkep, şehidin kanıyla muvazene edilecek kadar kıymet ve değer kazanacaktır. Kalemiyle cihada iştirak eden yazarın durumu da aynıdır. Öyle ise herkes, bu örfaneye Rabbin kendisine bahşettiği imkânlarla iştirak edecek ve neticede herkes, aynı sevaba ortak olacaktır.
Buhari’de gördüğümüz bir hadis-i şerifte Ebu Hureyre’den şunu dinliyoruz: “Rasûl-i Ekrem (sav) Mi’rac’a irtika buyururken, (ubûdiyetiyle, Allah’a kulluğuyla merdiven merdiven semalara doğru tırmanırken, nasût aleminden sıyrılıp, lâhût alemiyle yüzyüze gelirken) çeşitli manzaraları müşahede etmiş, çeşitli vak’alara muttalî olmuştu. Bu arada şunu da gördüler: Bir anda tohum toprağa ekiliyor ve aynı anda hasad edilip hasadlar ambarlara gidiyor ve bu, durmadan muttasıl devam edip gidiyor. Efendimiz, “bunlar kimdir?” diye Cibril’e sorduğunda, şu cevabı alıyorlar:
“Bunlar, kendilerini Allah yoluna adamış mücahidlerdir. Onlar için hasene yediyüz kere katlanır. Ve ne infak etseler eksilmez; Allah, onun yerine başkasını ihsan eder”. Yani, onların verdikleri hiç bir şey heder olmaz, boşa gitmez...
Mü’min, Allah yolunda hayatını, zevkini, rahatını ve gençliğini feda ederken, bunların heder olmadığı, fenaya gitmediği kanaat ve düşüncesini taşıyacak ve öbür aleme gittiğinde de hiç bir şeyin zayî olmadığını bizzat görecektir. Her şeyi koruyan, muhafaza eden Hz. Allah, onun verip feda ettiklerini de korumaktadır: Eğer Cennet’te secde söz konusu ise, mü’min bu lütuf ve ihsanlar karşısında secdeye kapanır ve Cennet’te başını secdeden kaldırmak istemezdi. Öyle zannediyorum ki, bu secdeden alınan zevk, diğer cennet nimetlerinden alınan zevkten aşağı da olamazdı..
Bu mevzûda Rasûl-i Ekrem (sav)’in bir te’yidini de şu hadiste görüyoruz:
“Gaziyi techiz eden, aynen gazaya gitmiş gibidir. Gazinin ehline bakıp gözeten de gaza yapmış gibidir”. Bir insanın kendisi bizzat ve fiilen mücahedeye katılamıyor, fakat mücahedeye omuz veriyor, müesseseleriyle mücahidleri kucaklıyor ve onları koruyup kolluyorsa, o da fiilen mücahedede bulunmuş gibidir. Bedir’de kılıç çalanlarla, onlara destek verenler; Uhud’da savaşanlarla onları techiz edenler, Tebûk’e çıkanlarla, çıkamayıp servetiyle o yola koyulanlar, Huzûr-u Rabb-ül Alemîn’e beraber gidecekler ve beraber haşr ve neşr olacaklardır. Zira, Rasûl-i Ekrem’in “Seferber olunuz!” emrine onlar da icabet etmiş ve her ne kadar birtakım geçerli maniler sebebiyle fiilen harbe iştirak edememişlerse de, harp için seferber olmaktan geri kalmamışlardır.
Evet, fiilen Tebûk’e gidenler, ahirette kadınları, yaşlıları ve çocukları da yanlarında göreceklerdir. Çocuktur, ama bıçak veya kamasını harpte kullanılsın diye getirip, Rasûl-i Ekrem’in önüne atmıştır. Gelindir, kulağından küpeyi çıkarmış ve Allah Rasûlü’ne vermiştir. Bir başkası kolundan bileziğini sıyırıp Allah Rasûlü’ne teslim etmiştir. Yaşlıdır, ama koltuk değnekleriyle sürünerek gelmiş, sırtındaki cübbesini çıkarıp, “Benim de sadece verecek bir cübbem var” diyerek onu vermiştir. İşte bunlar da bizzat sefere iştirak etmiş gibi muamele göreceklerdir. Bunu da Rasûl-i Ekrem, bir başka hadislerinde ifade buyuruyorlar. Vadiler geçilir, dağ-tepe aşılırken, meşrû mazareti olanlar evlerinde oturdukları halde niyetleriyle onları takip etmiş ve bir bakıma her yerde fiilen gazaya çıkanlarla beraber olmuşlardır. Acizlik, fakirlik, yaşlılık ve kadın olma gibi mazeretler, onların ayaklarına bağ olup, kendilerini fiilen sefere çıkmaktan alıkoymuşsa da cihad sevabından mahrum kalmadıkları gibi, mükâfatından da mahrum kalmayacaklardır. Cenab-ı Hakk, niyetleri sebebiyle onları aynen gazaya çıkanlar gibi kabul buyurmuştur. Allah Rasûlü’nün müjde yüklü ifadesinden biz bunu anlıyor, buna inanıyor ve inşâallah bu inancımızı hakkımızda bir dua ve niyaz kabul ediyoruz. Bilhassa günümüzde, cihadın terke uğraması gözönünde bulundurulacak olursa, cüz’i-küllî bu işe iştirak edenlerin mutlaka cihad sevabından hisselerini alıp payidar olacaklarına yakînimiz vardır. Ve kat’i kanaatımız odur ki, Cenab-ı Hakk bizi bu yakînimizde yalancı çıkarmayacaktır. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:40 pm | |
| CİHADA HER AN HAZIR OLMALIYIZ
İnanan insanlar, gelecek adına ve endişe verici ciddî tehlikeler karşısında daima hazırlıklı olmalı, ihtiyat akçası gibi sıhhatlerinin, servetlerinin, gençliklerinin bir miktarını mutlaka bu işe ayırmalı ve hayat düzenlerini ona göre dizayn edip ayarlamalıdırlar ki, her türlü gaile karşısında paniğe kapılmasın ve şaşırıp kalmasınlar.
Kur’ân-ı Kerîm’in bu mevzûda terğib ve teşviki vardır:
“(Ey inananlar!) Onlara karşı, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere, gücünüzün yettiğince kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarfettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir.” (Enfal, 8/60)
Rasûl-i Ekrem (sav) de, o günün şartları çerçevesinde şöyle buyurmaktadır.
“Kim atını Allah yoluna adar ve bir yerde beslerse; muhakkak onun doyması, suya kanması, pisliği ve idrarı Kıyâmet Günü sevap kefesine konulacaktır.” Hadis, maddî cihad adına hazırlıklı olmayı bu şekilde teşvik etmektedir. Başka bir hadislerinde de Efendimiz, sahabenin “Atlar hakkında ne buyurursunuz yâ Rasûlallah?” sorusuna şöyle cevap vermişlerdir:
“At, üç çeşittir. Biri vizir (günah), birisi sitir (örtü), biri ecir (sevap)dır. Kişinin riya, gurur veya Ehl-i İslâm’a düşmanlık için bağlayıp beslediği at, kendisi için vizirdir, günahtır. Sitir olan at şudur: Kişi Allah yolunda at besler ve (yerinde onu kendi ihtiyaçları için kullanmakla birlikte) onun sırtında ve boynunda Allah’ın hakkı olduğunu da unutmaz; işte bu at, onun için sitirdir. (Yani kişi, hem kendisinin, hem de aile fertlerinin izzet, haysiyet ve onurunu onunla korur ve başkalarına el açmaktan kurtulur ki, bu yönüyle o at, bir sitir ve bir perdedir.) Ecir olan ata gelince: Kişi onu sırf Allah için, İslâm adına yaylalarda veya bahçelerde besler. Bu at, bahçe veya yayladan ne yerse, yedikleri adedince sahibine sevap açılır. Ayrıca pisliğinin her zerresi, idrarının her damlası için de sevap yazılır.”
At, belli bir dönemin en sür’atli nakil ve harp vasıtası olduğundan, hadiste mes’ele at bazında ele alınmıştır. Günümüzde ise bu tablo değişmiştir. Şu anda insanımız, at yerine taksiye, otomobile binmektedir. Öyleyse, at ile ilgili hüküm aynen günümüzün modern vasıtaları için de geçerlidir.
Araba vardır, sahibi için vizirdir; çünkü sefahat ve günahlarda kullanılmakta, bazen de İslâm düşmanlığına vasıta yapılmaktadır.
Araba vardır, sahibi için sitirdir. Kişi, onunla hem meşrû işlerini görür, icabında gelir kaynağı olarak kullanır, fakat hiçbir zaman onun boynunda ve üzerinde Allah’ın hakkı olduğunu da unutmaz.
Araba da vardır, Allah yoluna adanmıştır. Onunla köy köy dolaşılır, içine mürşidler konulur ve va’z u nasihata muhtaç yerlere gidilir. İşte bu arabanın yaktığı her damla benzin, ona harcanan her kuruş para, eksoz borusundan çıkan gazlar, insanı rahatsız eden gürültü ve tekerleklerin temas ettiği çamur bile bütünüyle kişinin defter-i hasenâtına yazılır. Tekerlekler, onun hasenâtı hesabına çalışan fabrika çarkları gibi devamlı hasenât imal eder. Bu da, kişi için ecir olacaktır. Arabanın içine giren de, dışına çıkan da ve arabanın yolda bıraktığı iz de, sahibi hesabına geçtiği yollarda adeta, devamlı sevap yazan bir kalem vazifesi görür. Bu sebeple, aldığı arabayı hizmete vakfeden, hiç olmazsa ayda bir-iki defa sağa sola gitme vazifesini onun sırtına yükleyen ve “Bu arabanın alınmasının asıl gayesi neşr-i hakk yapmaktır.” diyen kutlu insanı, cidden takdir, tebrik ve tebcil ederiz. Bu bir hazırlıktır, düşmana karşı hazırlıklı olmaktır. Bu hazırlığın, geleceğin teminat altına alınması adına taşıdığı ehemmiyet ise, her türlü izahtan varestedir. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:40 pm | |
|
MÜ’MİN, HER SEVİYEDE CİHADLA BÜTÜNLEŞEN İNSANDIR
Maddî ve manevî cihad, İslâmî hayatın en büyük müeyyidi ve müeyyidesidir. Mü’minlerin hayatında cihad ruhu söndüğü zaman, yavaş yavaş iman ve İslâm aşkı da söner. Etraflarını çepeçevre fitne kıvılcımları, hattâ fitne alevleri sarar; fitneler de hep fitne doğurur ve neticede evleri, sokakları, çarşı ve pazarları hep birer mel’anet yuvası haline gelir de, artık onlar bu korkunç hadiseler karşısında bile en ufak bir reaksiyon gösterme gayreti taşımaz hale gelirler. Ayrıca, kalplerden cihad arzu ve iştiyakının silinmesi nisbetinde vahyin yümün bereketi, ilâhî maksadı anlama aşk ve şevki de kaybolur gider. Çünki, kalpler artık ilham-ı İlahî’nin indiği yerler olmakdan çıkmış, dolayısıyla kişiler de ilâhi esrardan nasipsiz duruma düşmüşlerdir. Böylelerinin geceleri de karanlıktır, gündüzleri de. Zira Allah, sadece cihad vazifesini omuzlayıp, yüce adını azametine uygun olarak yükseltme işini deruhte edenlerin kalplerine tecellî buyurur ve onların içinde yaşadıkları cemiyeti harabezâra çevirmez. Evet, ferdin, ailenin ve topyekün bir cemaatin ma’mûre olması, Allah’ın yüce adının ufkumuzda şehbal açması istikametinde gösterilecek gayretlere bağlıdır. Mü’minler bu mevzûda bir gayret ortaya koyabiliyor ve köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Hakkı anlatıyorlarsa, işte bu takdirde Allah o topulumu her bakımdan ihyâ edecek demektir. Eğer bir cemaat de bu ruh ve bu aşkdan mahrum ise, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün cemiyetleri mutlaka başlarına yıkılacak ve kendileri de bu yıkıntının altında kalacaklardır. Tarih, nice aziz kerimlerin neticede zelil ve payidarken payimal oluşlarına şâhidlik etmektedir. Bir zaman krallara taç giydirenler, bir zaman sonra el ayak öpecek duruma düşmüşlerdir. Biz bugün onların arkalarından âyetini okuyor, “Arkada nice cennetler, bağ ve bahçeler bırakıp gittiler.” diyoruz. Bir gün gelir, bizim için de (Allah korusun) aynı şeyi söylerler. Emevînin, Abbasinin, Selçuklunun ve Osmanlının ruhlarına fatiha çekildi. İslâm Aleminin Anadolu sinesindeki son karakolu olan Türk’ün de “ruhuna fatiha” dedirtmek ve bir mezar haline gelmek istemiyorsak, mezarlara has keyfiyetten uzaklaşarak insana yakışır bir canlılık içinde olmak mecbûriyetindeyiz. Allah’ın dinini büyük gördüğümüz ölçüde büyüyecek Allah’ın yüce adının kalplerimizdeki büyüklüğü nisbetinde Allah nazarında kıymetleneceğiz. Aksi durumda, onu hafife aldığımız, anlatma vazifesini ihmal ettiğimiz ve bu mevzûda misyonumuzu tükettiğimiz nisbette de nazar-ı İlâhî’de küçülecek ve yıkılıp gideceğiz.
Aziz olmayı arzu ediyorsanız, Hz. Allah’a kalplerinizde büyük yer verin, O’nu hayatınıza gaye yapın, O’nsuz bir hayata lânet çekin. “Rabbimi sevemeyeceğim, O’nu anlatamayacağım, O’nun emirlerini hayatıma hayat yapamayacağım bir hayat, benim için kabirden daha beterdir; öyle bir hayatı yaşamaktansa, ahiretin koridoru olan kabre girmeyi tercih ederim. Rabbimin kalbimi yıkayan tecellilerinden mahrum bir gönlü sırtımda taşımaktansa, ölmek benim için yeğdir.” deyin ve bu duyguyu, bu anlayışı milletimizin gönlünde ihya edebilmek için, herşeyi ile yıkılmış içtimaî bünyeyi yepyeni bir nesille onarmaya çalışın. İşte o zamandır ki, Allah da sizi yerde süründürmeyecek ve aziz kılacaktır.
Mü’min, dünya-ahiret muvazenesi karşısında neyi nasıl tercih etmesi gerektiğini bilen ve dünyanın fanî, zâil umûru karşısında ahiretin ağırlığını vicdanında hisseden insandır. O, batıp giden şeylerle batıp gitmeyen, ufûl edenlerle beraber ufûl etmeyen Hz. Allah (cc)’la dünya arasındaki tercihinde reyini nereye kullanacağının şuurundadır. Yani o, kurduğu muvazene ile hiç bir zaman bâkî ve sermedi şeyleri, fani şeyler karşılığında heba etmeycektir. Mü’min, dünyaya dünya, ukbâya da ukbâ kadar ehemmiyet verir ve ne yahudi ifratına, ne de hristiyan tefritine düter.
Mü’min için, dünya işleri karşısında zillet göstermek, zillete maruz kalmanın ilk basamağıdır. Dünyayı dünya olma husûsiyetiyle gaye edinenler, neticede, ahireti kaybettikten sonra dünyayı da kaybetmişlerdir. Ölümden korkan, yaşamak zevki nedir bilmez. Cephede, düşman karşısında paniğe kapılıp, hayat endişesi ve yaşama sevgisiyle çareyi kaçmakta bulan kimseler, hayatı da, yaşamayı da kaybetmeye mahkum kimselerdir. Irz ve namasumu korumak için yuvamın başında duracağım diye bir kulübecik içine sıkışarak mukaddes cihadı terkedenler, neticede ellerindeki o kulübeden de mahrum kalırlar. Dûn-himmet olanlar, himmetlerinin düşüp gitmesine taban bulamaz ve baş aşağı yuvarlanıp giderler. Himmetini âlî tutarak, yıldızlarda umranlar kurmayı düşleyenler ise dünyayı iki hükümdara az görürler ve son vasiyetleri de “Attan inmeyesüz” emri olur. Cihanın fethi de, zaten hep onlara müyesser değil midir?
Ölümü hayata tercih edenler ölümsüzlüğün sırrını keşfetmiş ve ebedî yaşama yolunu bulmuşlardır. Dünyanın maddî cazibesi ve güzelliği karşısında, ben dünyamı koruyacağım diye ona dört elle sarılıp, emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münkeri terk ve bu mevzûda misyonlar kurmayı ihmal edenlere gelince, böyleleri kendileriyle beraber bütün bir nesli de öldürmüş ve insanımızın başına ardı arkası gelmeyen gailelerin açılmasına sebebiyet vermişlerdir.
Bu gailelerin ortadan kalkması, Hakikat-ı Ahmediye ve Kur’ân hakikatlarının yaşanır hale gelmesi, mü’minin cihadına bağlıdır. Sokaklar, mü’minin cihadıyla saadete erecek, dünyayı kana boğan anarşi mü’minin cihadıyla yeryüzünü terkedecek, insanlık huzuru, mutluluğu mü’minin cihadıyla tadıp tanıyacak ve cennet, yine mü’minin cihadıyla yere inmiş olacaktır. Mü’min işte böyle ulvî bir gaye ve ideal uğruna yola çıkan insandır. Belki gayesine ulaşacak, belki de ulaşamayacaktır ama her iki halde de, Cenab-ı Hakk’ın rahmeti onu kucaklayacak ve o, davaları uğruna ölmüş kutlularla, rahmetin eteklerinden tutunmuşlarla beraber haşrolacaktır.
Mühim olan neticeye varmak değil, hak yolda olmaktır. Zaten, herkesin aynı ölçüde hedefe ulaşması da, söz konusu değildir. Ne var ki herkes, hedefe varma duygu ve düşüncesiyle hareket etmeli ve Allah’ın rızasını tahsile bu yolla çalışmalıdır. Hedefe varma ve ulaşma ise, Cenab-ı Hak kime takdir etmişse ancak onun payına düşecektir.
Osman Gazi, Söğüt’de, dala tutunup, kelebek olma devresini bekleyen bir kurtcuk heyecanıyla, içinde yaşattığı ümniye ve idealleriyle çırpındı durdu. Ancak, onun senelerce sancısını çektiği ideal, Yavuz’la, Kanunîyle tahakkuk etti. Fakat her iki devre arasında atılan adımlar, esasen elde edilen netice kadar mühimdi ve Allah katında aynı değer ve kıymete sahipti. Hepsinin yaptığı da, mukaddes cihaddı ve bu cihada katılanların her biri, mücahid defterine yazıldı.
Ata binen, atını tımar eden, sadağını bağlayıp, yayını, okunu sırtlayan, diyar-ı küfre müslümanlığı duyurmak gayesiyle şedd-i rihal yapan herkes, mücahidler listesine kaydoldu. Onlarla Mercidabık ve Ridaniye ovasında savaşlar veren hükümdar arasında ve yine onlarla, bütün Afrika’yı sıcak denizi, soğuk denizi hakimiyeti altına alıp, yeryüzünde muvazene unsuru olan ve turra basıp, hüküm esen cihan hükümdarı arasında fark yoktur. Çünkü hepsi aynı hakikat istikametinde adım atmışlardır.
İnsanlığın gayyanın dibine düştüğü, ahlâken sükut ettiği, anarşinin dört bir yanda kol gezdiği ve milletin kendi neslinden tedirgin ve rahatsız olduğu şu günlerde, yeni bir dünyanın kurulması gerektiğine inanıyoruz. Muhabbet fedailerinin kuracağı bu dünya, bütün insanlığa huzur ve sulh getirecek, onların ebedî teminatının kaynağı, esası ve mesnedi olacaktır. Bunu kurma yolunda atılan her adım mukaddes ve gösterilen en küçük gayret dahi Hakk katında mübecceldir. Eğer atacak bir adımınız varsa, bunu, tek soluğunuzu dahi heba etmeden, Allah’ın yüce adını yüceltmek için bu mevzuda size düşen vazifeyi yapma istikametinde atın. Allah’a giden yolda meleklerle yarışın ki, Allah da sizi aziz etsin ve Kendi katına yükseltsin. Bu yarışı tamamlayamadan ölseniz dahi, ipi göğüslemiş muamelesi görecek ve gayretinizin en küçüğü dahi heba olmayacaktır.
Bu hakikatı Kur’ân bize şöyle anlatır: “Evinden, Allah’a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah’a düşer. Allah, Ğafûr ve Rahimdir.” (Nisa, 4/100)
Bir kimse muhacir olarak evinden ayrılır da, sonra eceli gelir yolda vefat ederse, Allah (cc) onun ecrini tesbit eder, yazar ve onu hicret sevabından mahrum bırakmaz.
Kalplerin Allah’a ve Allah’a imana muhtaç olduğu o günlerde herkes, her taraftan bu âb-ı hayat ve bu şerbetin menbaı olan Medine’ye doğru akıp akıp geliyordu. Nice gedâ, Medine’ye, Hz. Muhammed (sav)’e doğru azm-i rah etmiş, buzdan dağlar çözülmeye yüz tutmuş ve bu istikamette çığlar meydana gelmişti. Kalpler bir bir erimiş ve düşmanlar, dost oluvermişti... Cündüp b. Damre de bunlardan bir tanesiydi. “Ben de artık Medine’ye gitmeliyim”, demiş ve bir kama gibi küfrü yararak dışarı çıkmıştı. Uzaktan uzağa Medine’den gelen esintiler yüzüne çarparken, bir hastalık kendisini kıskıvrak yakaladı. Daha ileriye gidemedi. Sonra vefat edeceğini anlayınca, ciddî bir teessür ve tahassür içinde iki elini birden kaldırdı: “Ey Rabbim! Bunlardan birini Kendi elin, diğerini de Peygamberin’in eli kabul eyle. Ben bu iki elimi yan yana getiriyor ve Hz. Muhammed (sav) Sana ne üzere biat etmişse, ben de Sana aynısıyla biat ediyorum.” dedi ve vefat etti. Durumu, gelip Efendimize naklettiler. Sahabî, “Cündüp muhacir olamadı, hicretin sevabını alamadı” diyordu. Bunun üzerine, bu âyet nazil oldu. Ayet, Cündüb’ün muhacirînden olduğu müjdesini veriyordu. Evinden Allah ve Rasûlullah aşkıyla çıkan, yol meşakkatine katlanan ve sonra hastalık tarafından kıskıvrak yakalanan, vefat ederken de vasıl olamamanın teessürünü vicdanında taşıyan Cündüp b. Damre, aynen diğer muhacirler gibi hicret sevabına nail olmuştu. Doğrunun yolunda olmak da doğruluktur. Doğruya götürücü yollar da mukaddestir. Herkes Ka’be’ye varamayacak, etrafında tavaf edemeyecek, Hacerü’l-esved’e yüz süremeyecek ve Arafat’ta günahlardan arınma imkânını bulamayacaktır. Ama bir insan, bu yola girme ve bu işleri yapma aşkını taşıyorsa ve bunun dertlisiyse, Rahmaniyet ve Rahimiyeti sonsuz olan Allah (cc), böyle iştiyaklı bir gönlü müştâk olduğu şeylerle doyuracak ve onu mahrum bırakmaycaktır. Herkes, bu mücadelede küçüklüğüne, büyüklüğüne bakmadan bir iş yapmalıdır. Zira, Allah yolunda yapılan işlerin küçüğü de büyüğü de farksızdır. Allah (cc), küçüğün küçük işini bu noktada büyük kabûl eder. Binaenaleyh, “Sizin tarif ettiğiniz ma’nâda kavga veremem, irşad ve tebliğde anlatılan meseleleri anlatamam, ciddî mâlî yükler altına giremem, bu işin altından kalkamam” gibi mazeret ileri sürenler bilsinler ki, bir kaşıkla da olsa bu örfaneye iştirak eden insan, hiç farkına varmadan belki deryalarla, ummanlarla iştirak edenler gibi sevap kazanacaktır.
Şanlı Devlet-i Âliye döneminde her paşa ve padişah için, memleketinde bir sadaka-i câriye yapıp, ahirete öyle gitme, en büyük ideal ve ümniye idi. Bu sebeple, fethedilen yerlerde her biri bir cami, bir külliye veya bir şifâhane yapıp gitti. Ecdâdımız, kendi devirlerinin kültürünün gerektirdiği müesseseleri kurdular. İnsan nerde neyi tahsil ederse etsin, ama, Rabbiyle her zaman irtibatlı olsun diye camisiz yer bırakmadılar. Zira camisizlik, cemaatsizlik; cemaatsizlik de, Allah’tan uzaklaşma demektir. Bu sebeple ecdadımız, yapılan her müessesenin yanına bir de cami yapmıştır.
İşte bu düşünce Kanunî’ye de Süleymaniye Camiini yaptırdı. Ancak o, yaptıracağı eserin yalnız kendi defterine kaydolmasını arzu ediyor ve Rabbi’ne böyle bir armağan takdim etmek istiyordu. Onun için, ustalara sıkı sıkıya tenbihatta bulundu ve “Kimseden yardım kabul etmeyin” dedi. Cami duvarları her gün yükseledursun, karşıdan bu camii mahzun mahzun seyreden bir nine vardı. İnekleriyle başbaşa, onların sütüyle geçinen bu yaşlı kadın, inkisar içinde kendi kendine, “Ey Allahım, Kanunî’ye servet verdin, malk-mülk verdin, Senin uğrunda bir cami yaptırıyor. Bu fakir kuluna birşey vermedin; ne yapayım da, ben de Senin rızanı kazanayım. Benim elimden böyle işler gelmez. Elimden gelen, ustalara bir tas yoğurt ikram etmekdir.” der ve ustalara müracaat eder. Onlar, padişahın izni olmadığını söylerlerse de, kadının ısrarına dayanamayıp, yoğurdu alıp yerler. Büyük hükümdar, o gece rüyada, yaptığı işin mizanda tartıldığını görür. Terazinin bir kefesine Süleymaniye camii, diğerine ise bir tas yoğurt konulmuş ve yoğurt, camiden ağır basmıştır. Sabah olur; Kanunî, ayakları titreye titreye ustaların yanına gelir: “Ne yaptınız, kimden ne aldınız?” diye sorar. “Yaşlı bir nine geldi; çok ısrar etti; yalvarıp yakarmalarına dayanamadık ve bir tas yoğurt aldık.” derler. İşte, Süleymaniye’ye ağır basan yaşlı kadının o bir tas yoğurdudur. Kanunî, gördüğü rüyayı oradakilere nakleder.
Evet, Hakk’ın rızası istikametinde amelin küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Belki o istikamette zerre, batmanlara üstün gelir. Bazan o yolda atılan bir adım, insana öyle yümün ve bereket getirir ki, insan onunla ebedî hayatını ma’mur eder. Onun için, halis bir niyetle kendinizi Allah yoluna veriniz. Elinizden geleni kullanınız. Barutunuzu son atımına kadar atınız. Allah’ın inayeti mutlaka sizinle beraberdir; bunda şüpheniz olmasın.
| |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:41 pm | |
| YERYÜZÜNDE HAKİMİYET MÜ’MİNLERİN HAKKIDIR
Mü’minin elinde, ona daima doğru yolu gösteren, izzet ve şeref kaynağı bir Kitap; önünde de muktedâ-yı kül bir rehber olan Hz. Muhammed (sav) vardır. O, bu ikisiyle yeryüzünün en talihli insanıdır. Dolayısıyla, yeryüzü hakimiyetinin tek namzedi odur. Kur’ân’ın mü’mine öğrettiği budur. Cenab-ı Hakk da mü’minden hep bu neticeyi bekler. Başka türlü nasıl olabilir ki, mü’min: “Allah benim Rabbim, Hz. Muhammed (sav) muktedabihimdir; Kur’ân düsturum, cihad yolum; bu uğurda ölmek ise, en tatlı ümniye ve idealimdir” diyen insandır. Onun kafasında, sabit bir fikir halinde daima şu düşünceler vardır: “Ben, kendi milletimi yeryüzündeki bütün milletler arasında bir muvazene unsuru haline getirme mecburiyetindeyim. Şayet yüryüzünde, tabakât-ı beşer çapında verilecek kararlar içinde benim reyim esas olmazsa, yeryüzünde nice zulümler işlenecek, azizler zelil, zelil olması gerekenler de aziz olacaktır. Onun için, hükmü ben vermeli, muvazene unsuru ben olmalıyım. Devletler bir araya geldiklerinde benim parmağıma bakmalı, söz söylendiğinde benim sözüme öncelik vermelidirler. Ve benim reyim alınmadan, kimse rey kullanmamalıdır.” Mü’min işte bu seviyede bir anlayış, duyuş ve şuur seviyesini yakaladığı zaman, değişecek hiç bir süper güç müslümanları sömüremeyecek ve onlara ambargo uygulayamayacaktır. Eğer bir ambargo uygulama söz konusu olacaksa, bunu mü’minler kâfirlere karşı yapacaktır. Zaten, Cenab-ı Hakkın bizden istediği de böyle bir yeryüzü hakimiyetidir:
“Kasem olsun, Biz, Zikir’den sonra Zeburda da şunu yazdık: Yeryüzüne Benim salih kullarım varis olacaktır”. (Enbiya, 21/105)
Zikir, öğüt ve nasihat demektir. Burada ya Tevrat, ya da daha şümullü bir ifade ile “Levh-i Mahfuz” ma’nâsına gelir. Bu takdirde, ayete şöyle bir izah getirmek mümkündür: “Biz Levh-i Mahfuz’a yazdıktan sonra, Davud’a gönderdiğimizi Zebur’da da, Levh-i Mahfuz’dan istinsah ile şöyle yazdık ki, yeryüzüne ancak benim salih kullarım varis olacaktır”.
Yerin hakiki ve uzun süreli hakimi, sadece salih kullardır. Diğerlerinin hakimiyeti bir şimşeğin çakıp sönmesi gibi geçicidir ve izafîdir. Gözünüzü kamaştırsa, gözünüzün ferini alıp götürse bile, bu böyledir. Yeryüzünde, daimî bir yenilenme ile hakimiyeti devam edenler, ancak salih kullar tarafından temsil edilme durumuna gelebilmiş salih milletler ve salih topluluklar olacaktır. Levh-i Mahfuz’da bu bir kanun olarak tesbit edilmiş, sonra da, oradan alınarak Zebur’a kaydedilmiştir. Hz. Davud’un eline verilen orijinal (tahrif edilmemiş) Zebur’da böyle ilâhi bir kanun vardır.
Bazen cihanın şarkında ve garbında, Allah’ın hoşnud olmayacağı şekilde zuhur eden sistemler; Firavun, Karun ve bunlara benzer mütemerrid insanlar, belli bir süre, fakat geçici olmak kaydıyla hükmü ele geçirmiş olabilirler. Bu, Levh-i Mahfuz’da ve Zebur’da yazılı olan, Kur’ân’a da haber tarikiyle kaydedilen söz konusu kanuna muhalif değildir. Zira ayette kasdedilen devamlı ve uzun süreli hakimiyettir. Halbuki, diğerlerinin hakimiyeti gelip-geçicidir ve müslümanların kendilerine gelip toparlanmalarına sür’at kazandırmak hikmetine mebnîdir. Halbuki ayette anlatılan, ilâhi bir kanundur. Bu kanunu değiştirmeye de hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.
Her devirde, hangi toplum salih amel işler veya diğerlerine göre daha fazla salih amelde bulunursa, yeryüzünde hakimiyet o toplumun hakkıdır. Ancak bu mevzûda şu hususa dikkat edilmelidir: Salih amel, sadece ibadetten ibaret olmayıp, temelde nebî ahlâkıyla ahlâklanma demektir. Bu ahlâkta, eşya ve hadiseleri anlama, insan ve kâinat arasındaki münasebeti kavrama da vardır. Yine bu ahlâkta, iç derinliği ile dış tefekkürü aynı ritimde koruma kabiliyet ve meziyeti mevcuttur. Böylece sonsuzu yakalayabilen insan, hakikî ma’nâda salâhı yakalamış olur.
Yeryüzünde anarşi çıkaranlar, ölüme ölümle karşılık verenler, siyasî mes’elelerle halkın karşısına çıkıp onu iğfal edenler, umumun efkârını kendi istikametlerine meylettirebilmek için durmadan slogan üretenler ve bir ateş böceği hüviyetindeki akıllarına güvenerek burunları doğrultusunda gidenler, asla hakikî ma’nâda hakimiyet kuramayacaklardır. Bir gün hakikat güneşinin doğması, onların nasıl bir zifiri karanlık içinde yol almaya çalıştıklarını gözler önüne serecek ve onlara da hatalarını itiraf ettirecektir. Bu sebeple diyoruz ki, salâhat kazanmadan ulaşılacak neticeye hiç kimse bel bağlamamalıdır. Çünkü bu, ilâhî kanuna karşı tavır almak ma’nasına gelir. Halbuki Allah (cc)
“Bir kavim kendini değiştirmedikçe, Allah da onları değiştirmeyecektir” (Ra’d, 13/11) buyurmaktadır.
Bir millet azizken, Allah onları zelil kılmaz. Bir millet, başlara tâc iken, Allah onları ayaklar altına aldırmaz. Ama millet kendini değiştirirse, Allah da onları değiştirir. Bu müsbet ma’nâda da, menfî ma’nâda da böyledir. Öyle ise, evvelâ “Nefsinizi koruyun!” , yani, nefsinizde derinleşin. İçinizi fethetmeye çalışın. Eğer fatih olmak istiyorsanız, evvelâ işe nefis kalesini fethetmekle başlayın. Buudlarınız, iç aleminizde gelişsin, genişlesin ve derinleşsin. Her tarafınızda Allah (cc) mütecellî olsun.
Allah, ittika eden ve ihsan sırrını kavrayanlarla beraberdir. Bu sırrı kavrayanlar, maiyet-i ilâhiye’ye girmiş demektir. Nedir ihsan sırrı? O, Mevlâ’yı görüyor gibi kulluk yapma şuurudur. O, iç aydınlığıdır, duyguların derinleşmesidir, ummanlaşmaktır, mes’eleleri satıhtan ele almaktan kurtulup, içe nüfuz etme melekesini kazanmaktır; dış fethi içten başlatmak ve fethin her merhalesinde bu keyfiyeti korumaktır. Bir ma’nâda o, salâha ermektir.
Biz, mü’miniz dolayısıyla, bizim için daima iki neticeden biri mukadderdir. Ya dünya muvazenesini elimizde tutarız veya bu yolda ölür, Cennet’e gideriz. Üçüncü bir netice bizim için söz konusu olamaz. Zira, üçüncüsü zillettir, imkânsızdır. Öyle ise biz, bir Arap şairinin dediği gibi diyecek, -Türkçeye mal olmuş şekliyle- “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” sözünü kendimize düstur edineceğiz.
Evet, mü’min için ancak iki yol vardır. O, ya en muallâ mevkiye çıkacak, Ulubatlı Hasan gibi sancağı oraya saplayacaktır; veya sinesinden binlerce ok yiyecek ve neticede Rasûlûllah’a vasıl olacaktır . Bizim yolumuz budur, dolayısıyla, başka yol bilmeyiz.
Deli Petro Ruslar için büyük bir hükümdardır. Hadd-i zatında bir delidir ama çizdiği plan Rus nesli için bir ideal haline gelmiştir. Plan şudur: “Balkanları aşacaksınız. Osmanlı’nın gelişmesine ve yaşamasına imkân vermeyeceksiniz. İçlerine nifak sokacaksınız. Sıcak denizlere doğru inecek, Afrika’yı ve Basra Körfezi memleketlerini hakimiyetiniz altında bulunduracaksınız. Yer yer Avrupa’yla anlaşmaya gitseniz bile, hiçbir zaman Avrupa’nın Âlem-i İslâm’ı sizin aleyhinizde kullanabileceği ölçüde gafil davranmayacaksınız.” Deli Petro’nun dillere destan olan bu vasiyeti, çok meşhurdur. Hemen hemen bütünüyle bu istikamette sarfedilmiş bir kısım sözlerden ibaret bu vasiyet, daha düne kadar Rusya için bir ideal ve ümniye olmuş, Komünist Rusya bile bu idealden vazgeçmemittir.
Mü’min için de Rasûl-i Ekrem’den kalma bir vasiyet vardır. O, mü’mine büyük bir da’va ve ideali emanet ve vasiyet olarak bırakmıştır. Bu mukaddes emaneti âfâk-ı alemde taşıma vazifesi, bugün bir borç olarak mü’minin boynundadır. Mü’min hayatı boyunca hep bu idealle yaşayacak bu ideal uğruna sıcak denize de, soğuk denize de açılacak, Sibirya’yı da, Güney ve Kuzey Amerika’yı da hakimiyeti altında bulunduracaktır. Zira Allah (cc), mü’minin kâfirlerin hakimiyeti altında yaşamasına razı değildir. Bir mü’min, kâfirin tasallutu altında yaşamaya razı olmuşsa, o, İslâm’a ve imana ait herşeyi kaybetmiştir ve esasen onun yaşamaya hakkı da yoktur. Zaten yaşaması da bir mezellettir. Ahireti de, mezellet olacaktır.
Bir mü’minin bin bir çıkın içinde yaşatacağı en mukaddes duygu ve düşünce, cihana hakim olma duygu ve düşüncesidir. Bir zaman biz bütün dünyaya hakim olduk. Bu, dün olmuşsa, bugün de olabilir demektir. Elverir ki azmedelim, dişimizi sıkalım; hiç olmazsa, bu mevzûda bizden istenenleri harfiyyen yerine getirelim.
Seyyidinâ Hz. Musa, terbiye ettiği cemaatine bu hedefi gösteriyordu. Ama o cemaatin buna liyakatı yoktu; Tur’da Rabbinin tecellileriyle başbaşa kalıp mest ve sermest olan yüce bir ruhtan, “Kelîmullah”dan nebean eden hakikatlara karşı gözleri kör, kulakları da sağır idi. “Ey Musa! Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz burada oturacağız”. demişlerdi.” (Maide, 5/24)
Bu söz, bir peygambere karşı söyleniyordu. İsrailoğulları, senelerce Arz-ı Mev’ûd’a girme ideal ve düşüncesiyle yaşamışlardı. Halbuki şimdi fırsat önlerindeydi; biraz gayret ve biraz fedakârlıkla maksadlarına erme imkânını elde edeceklerdi. Halbuki mefluç idiler. Rahat ve rehavete gömülmüşlerdi. Yerlerinden kımıldamaya niyetleri yoktu. Kavga ve mücadeleden korkuyorlardı. Elde etmek istedikleri şeyin bedelini ödemeye yanaşmıyorlardı. Hz. Musa'nın elinden ise hiçbirşey gelmiyordu. Rabbine iltica etti ve:
“Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum; artık, bizimle yoldan çıkmış bu milletin arasını ayır” dedi. (Maide, 5/25)
Bu, “Bıktım artık bunlardan; utandım ve usandım bu dertsiz, gayretsiz rahat ve rehavet düşkünü, cihad aşkından nasipsiz ölü ruhlardan” demekten farksız bir ifadedir ki, “Bizimle bu fasık kavmin arasını ayır” diye dua edilmektedir.
Ve Allah da onları tam 40 sene Tih sahrasında şaşkın ve baygın bir halde dolaştıracaktır. Bilâhere Hz. Yuşa bu işe hız verecek ve aynı mücadele, Hz. Davud’la devam edecektir.
Davud, Talût’un ordusunda bir nefer gibi Calut’a karşı kavga verecek ve onu harb meydanında öldürecektir. Ama bütün bu neticelere ulaşma kolay olmamıştır. Talût’un ordusunda bulunanlardan niceleri yolda takılıp kalmış ve ancak çok küçük bir fedakâr ve hasbiler grubu Calut’a karşı çıkabilmiştir.
Yolda takılıp kalanlar, “Bizim Calut ve ordusuyla başetmeye gücümüz yetmez” derken, o küçücük fedailer grubu, “Nice az topluluk vardır ki, çok kalabalıklara Allah’ın izniyle galebe çalmıştır.” diyerek, ölümü istihkâr ile Calut’un karşısına dikilmiş ve Cenab-ı Hakk da, onları bu inançlarında yalancı çıkarmamış. Talût’un ordusu, netice de Calut’u hezimete uğratmıştır. Ancak bu yolladır ki, Amerikalılar esir alınmış ve İsrailoğulları’nın senelerdir içlerinde yaşattıkları Kudüs’e girme ümniye ve ideali tahakkuk etmiştir.
Hz. Âdem ile başlayıp, diğer peygamberlerle sürdürülen cihad, her devirde meçhul Rabbanilerce temsil edilegelmiştir. Kur’ân, bu rabbânîleri bize şöyle anlatır:
“Nice peygamberlerin yanında, pek çok (Rabbâni), Rabbe kul olmuş kimseler savaşmıştır. Onlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve meskenete düşmemişlerdir. Allah, sabredenleri sever. Onların söyledikleri ancak şu idi: Rabbimiz! Günahlarımızı, işlerimizdeki israfımızı bize bağışla, sebatımızı arttır, inkârcı topluluğa karşı bize yardım et.” Bu yüzden Allah, onlara dünya nimetini de ahiret nimetinide fazlasıyla verdi. Allah, ihsan sahiplerini sever”. (Âl-i İmran, 3/146-148)
Kur’ân, rabbânileri işte böyle anlatıyor; hayatı, hayata ait lezzetleri, dünya ve dünyaya ait herşeyi hakir gören ve gece gündüz Allah yolunda kıyasıya mücadele veren Rabbanileri... Onlar, Allah’a gönül vermiş, Hakk’a dilbeste olmuş kimselerdir. Rableriyle kavî münasebetleri vardır; mücadeleleri çok gönüldendir. Zaten, mücadeleyi Rabbanî olanlar verir. Onlar ki, Allah yolunda başlarına gelen her gaile, dert ve musibete katlanırlar, gevşeklik göstermezler. Gök şak şak olsa başlarına dökülse, zemin yarılsa onları yutmaya hazırlansa, binbir musibet değirmen taşları gibi başlarında dönüp dursa, ihtimal ki onların azmine zerre kadar tesir etmeyecek; onlar, hak bildikleri yolda azm-i rah edip yürüyeceklerdir. Çünkü onlar, sabır kahramanlarıdır; sabır, onlarda bir ittah, bir iştiyaktır. Bu iştah ve iştiyak ise, Cenab-ı Hakk’ın rahmetini celbeder, çünkü Allah sabredenleri sever. Bir de onlarda günah ve kalplerinin ölmesi endişesi vardır; çünkü günah ve kalp kasavetinin, düşman karşısında azim ve sebat duygusunu zaafa uğratacağını bilmekte ve içlerinde hep bu endişeyi taşımaktadırlar. Bu sebeple onlar, Rabblerine iltica eder, günahlarının ve işlerinde gösterdikleri israfın affedilmesini isterler. Günah ki, Rahmetle rezonans olmaya manîdir. Öyle ise, evvelâ o günahtan tevbe edilmelidir. Ayette tevbenin öne alınıp, yardım talebinin sona bırakılmasında bu hikmet gizlidir.
Allah (cc) Rabbanîlere hem dünya, hem de ahirette yaptıklarının karşılığını kat kat vermiştir; çünki O, ihsan ehlini sever.
Kur’ân bize bir yol gösteriyor: Allah tarafından sevilmek, O’nun rızasına nail olmak istiyorsak işte yolu: Rabbanilerden olmak...
Her nebî, ümmeti içinde kendini temsil edecek Rabbanileri yetiştirir ve cihad bayrağını onlara teslim eder. Her nebînin az veya çok böyle bir Rabbanîler kadrosu vardır.
| |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:42 pm | |
| Bu bezm, Efendimiz’e kadar hep böyle devam edegelmiştir. O’nun yetiştirdikleri ise, bütünüyle rabbanîdir. Her sahabi, bir cihad adamıdır. Her sahabi, havari yaradılışlıdır. Geceleri zahidlerden zahid, abidlerden abid olan bu yüce ruhlar, gündüzleri naralarıyla arslanların ödünü koparan birer pehlivan, birer kahramandırlar. En güçlü ordular, onların önünden yaramaz çocuklar gibi kaçarlar, çünkü onlar, başkalarının ölümden korktuğu ölçüde ölümün kara sevdalılarıdırlar.
Enes b. Nadr bunlardandır. Bedir’de bulunamamıştı. Ailesi, topyekün nura koşmuş, nura kavuşmuş, nurlanmış, nur olmuş ve sonra hakikatı neşretme yoluna girmiş bir aile idi. Ama her nedense Enes b. Nadr, Bedir’e iştirak edememişti. Öyle hayıflanıyordu ki!.. Bedir’in aslanları geri dönünce ellerini dizine vurdu ve “Yazık bana, Allah Rasûlüyle bu ilk muharebede bulunamadım. Bulunup da, canımı can pazarına salamadım. Şehid olma fırsatını kaçırdım. Ama bir daha Allah bizi kâfirlerle karşılaştırırsa, onların benden çekeceği var” dedi...
Bir sene geçti. Müslümanların 5-10 katı kefere, Bedir’in intikamını almak için ne kadar hoyratlık ve yobazlık varsa onunla Medine’nin kapısına kadar geldiler. Ve Medine’ye 5-10 km mesafede bulunan Uhud dağında toplandılar. Bu dağın adına izafeten bu harbe Uhud Harbi dendi. Bedir’de bulunamayan Enes b. Nadr, şimdi Uhud’daydı. Harb, iyiden iyiye kızışmıştı. Enes b. Nadr, sağa sola koşuyor ve karşısına aldığı her düşmanı püskürtüyor, Allah’ın yüce adının hakimiyetini gösteriyor, Rasûl-i Ekrem uğruna hiç tereddüt etmeden ölümün üzerine yürüyordu. Fakat ölüm, bu ateşten insanı yutamıyordu. Harb, bitmek üzereydi. O melûl, mahzun geriye dönmeye hazırlanıyor ve yine diri dönüyorum diye üzülüyordu. Tam bu esnadaydı ki, Halid b. Velid hadisesi meydana geldi. İslâm saflarında yarılmalar, dağılmalar oldu. Bir ara, Efendimizin vefat ettiği şayiası duyuldu. Bu şayia paniği daha da arttırdı. Bir adam vardı ki o, geriye tek bir adım dahi atmamıştı. Hâlâ düşmanın üzerine yürüyor ve bir taraftan da “O’nun öldüğü yerde siz niçin yaşıyorsunuz?” diye bağırıyordu. Bu adam, Enes b. Nadr’dı, ölümün kara sevdalısı Enes b. Nadr.. şehâdet şerbetini içmeyi kendine gaye edinmiş olan Enes b. Nadr.. nihayet bir ara ellerini açtı ve:
“Allahım şunların yaptıklarından Sana sığınır, tebrie ederim” dedi. İşaret ettiği kâfirlerdi. Onlar ki, Allah’ı, Peygamberi tanımayan karanlığın çocukları yarasalardı. Enes b. Nadr onların yapıp ettiklerinden kendisinin berî ve uzak olduğunu ilân ediyordu. Sonra, bir de panik içindeki müslümanlara baktı. Gözleri buğulandı. Bu, kendisine çok ağır gelmişti. Düşman, ona birşey yapamamıştı ama, İslâm saflarında gördüğü çatlaklık, zağlı bir ok, bir hançer gibi sinesine saplanmıştı.
Sözlerine töyle devam etti:
“Allahım, şunların yaptıkları adına da Sen’den özür diliyorum.”
Daha sonra Enes B. Nadr, ardına bakmadan tek başına düşman saflarına daldı. Lûgattan bir kelimenin kaydı düşmüştü; bu kelimenin adı, korkuydu. Enes b. Nadr korku denen şeyi bilmiyordu. Çünkü O, hayattan çok ölümü seviyordu.
Harb, yine müslümanların lehine neticelendi. Düşman, verdiği ağır zayiat ve bıraktıkları ağırlıklarıyla çekip gitmişti. Buna kaçıp gitme de denebilirdi. Zira daha sonra Allah Rasûlü, yanına aldığı bir grup insanla onları takip etmiş, ancak düşman geriye dönmeyi göze alamamıştı.
Uhud’da müslümanlar yetmişe yakın şehid verdiler. Aralarında Enes b. Nadr da vardı; 80 küsur yara almış ve sonunda şehadeti yakalamıştı. Kur’ân onu ve onun gibi olanları destanlaştırırken şöyle diyordu:
“Mü’minlerden öyle er oğlu erler vardır ki, Allah’a verdikleri sözü yerine getirmiş bu uğurda canlarını vermişlerdir. Kimileri de, bu anı beklemektedirler. Onlar, ahidlerini asla değiştirmediler.” (Ahzab, 33/23) Enes b. Nadr, sözünü yerine getirenlerdendi. Ancak bazıları vardı ki, onlar da o ânı, o vakti bekliyorlardı. İşte bunlardan biri de, Berâ b. Malik’ti.
Hz. Ömer, bütün liyakat ve kahramanlığına rağmen Berâ’yı ordu kumandanlığına getirmemişti. Sebebini sordular: “Cesareti” dedi, “O kadar cesur ki, orduyu bir tehlikeye sürükler diye korkuyorum.” Cesareti tedbirsizliğe sebep olur diye, Hz. Ömer, Bera b. Malik’i, çok istediği halde ordu kumandanlığına tayin edemiyordu. O, işte böylesine korkusuz bir yiğitdi.
Berâ, Allah Rasûlü’nün bulunduğu bütün gazalarda bulunmuş, kılıç çalmıştı. Her mücadelede ölüm kovalayan bir insandı. Onu bulamadıkça mahzunlaşır ve harb meydanlarından çok kere üzüntü ile ayrılırdı.
Halbuki Yemame’de ölüme ne kadar da yanaşmıştı. Kale kapıları açılmayınca burçlara tırmanmış ve kendisini oradan içeriye atıvermişti. Düşman onu ok yağmuruna tutmuş, Berâ ölümle burun buruna gelecek şekilde ağır yaralanmıştı; fakat, Yemame dahi ona aradığını vermemişti.
Duası makbûl bir sahabîydi. Allah Rasûlü, bir ara büyük bir cemaatin huzurunda şunları söylemitti:
“Nice saçı başı dağınık insanlar vardır ki, bir mes’elede Allah’a kasem etseler, Allah onları kasemlerinde yalancı çıkarmaz. (Onların bütün duaları makbûl ve matlubdur) Berâ b. Malik bunlardandır.”
Sahabî, her zor anda Berâ b. Malik’in duasına iltica ederdi. Ahvaz’da da öyle oldu. İranlılarla yapılan bu muharebede, bir ara İslâm saflarında dağılma ve çözülmeler meydana geldi. Berâ b. Malik’i yakından tanıyanlar, gözünün içine bakmaya başladılar ve ondan nusret adına dua istediler.
O da, ellerini kaldırdı ve “Allahım, düşmanımızı hezimete uğrat, bize nusret ver ve beni bugün Nebîne ulaştır.” diye duâ etti. Binlerce insan, bu duâya “Amin” demitti.
Kardeşi Enes’e bir vedâ bakışıyla baktı. Fakat sevinçten gözlerinde şimşekler çakıyordu. Kalkanını attı ve elde kılıç düşman saflarına dalıverdi.
Biraz sonra düşman hezimete uğramış ve kaçmaya başlamıştı. Müslümanlara Allah nusret nasip etmişti. Herkes zafer çığlığı ile ortalığı inletirken bir köşede, yaralı bir arslan, mütebessim bir çehre ile bu tabloyu seyrediyordu. Dünyaya ait seyrettiği son tablo müslümanların zaferi olan bu yaralı arslan, hiç şüphesiz Berâ b. Malik’di. Belki de duâsındaki ikinci talebin vaktini bekliyordu. Biraz sonra, canından aziz tuttuğu dostuna, Allah Rasûlüne kavuşacaktı...
Efendimiz, sahabînin ruhunda işte böyle bir ideal çerağı tutuşturmuştur. Onlar, dinî hayatın ikamesini her zaman şahsî hayatlarının önünde tutmuşlar ve dinî hayatın yeryüzüne hakim olmasını hayatlarına gaye edinmişlerdir. Allah da, cihan hakimiyetinin kapılarını açmak suretiyle onları aziz kılmıştır. Zaten Allah Rasûlünün risaletinin ma’nâ ve hedefi de buydu. Cenab-ı Hakk, O’nu yeryüzündeki bütün sistem ve dinlere galebe çalsın diye hak bir din ve hidayet kaynağı Kur’ân ile göndermişti. Ayet, bu hususu anlatırken şöyle diyordu:
“O ki, Rasûlü’nü bütün dinlerin hepsine galebe çalsın diye hak din ve hidayet kaynağı (Kur’ân) ile gönderdi .” (Fetih, 48/28 )
Cenab - ı Hakk, O ’na Mekke’nin fethini va’d etmişti; Allah va’dinde durdu ve Mekke fethedildi. Bundan da anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hakk, cihanın fethini de O’na vakti geldiğinde nasib edecektir. Zira O’na cihanın fethi de bizzat Cenab-ı Hakk tarafından vâ’d edilmiştir. Yeryüzünde tek ve yekta hakim din, İslâm olacaktır. O İslâm ki, insanlığa huzur ve saadet getirecek tek sistemdir. Allah, Habibini böyle bir dinle göndermiştir. Göndermiştir ki, yeryüzü O’nun nuruyla aydınlansın; bütün harabeler O’nun getirdiği hidayet kaynağı ile mamur hale gelsin..
Yahya Kemal, Yavuz’un ruhaniyatına sığınırak şöyle der:
Sultan Selim-i evveli râm etmeyip ecel, Fethetmeliydi alemi şân-ı Muhammedî.. Gök, nura garkolur nice yüzbin minareden, Tehbal açınca ruh-u revân-ı Muhammedî.
Gönlünde bu aşk ve heyecan tutuşan insan, bunu hayatının en büyük gayesi ve en büyük ideali haline getirir. O, bu uğurda ölmeyi cana nimet sayar. Zaten yok olmadıktan sonra, varlıktan dem vurmak mümkün değildir. Varlığa giden yol, yokluktan geçer. Her gündüz bir geceden, her bahar bir kıştan sonradır. Şahsî hayatlarında kışı ve gecesi olmayanlar, ne baharı yaşayabilirler, ne de neharı.
Milletinizin içinden bir nehar bekliyorsanız, gece hayatı yaşayacak, kendinizi zora koşacak; fırtına, tipi demeden mehâliki iktiham edecek, kandan irinden deryaları geçecek, arkada pekçok Uhud’ları bırakacak ve sonra Mekke fethiyle, Çaldıran zaferiyle selâmlaşacaksınız. Ama bütün bunlar bir kıştan, bir geceden sonra, binlerce derdin şakaklarınızı zonklatmasının ardından olacaktır. Her doğum, mutlaka sancı ve ızdırapla meydana gelir. Doğum neş’esini tatmak isteyenler, böyle bir sancı ve ızdıraba razı olmalıdırlar.
Cenab-ı Hakk, kendi hak da’vasını ve dinini yücelteceğini va’d ediyor. Allah’ın dinine sahip çıkanlar, ona el atmakla aziz olacaklardır. Allah, bu ülkede olmazsa bile bir başka yerde bu dini mutlaka yüceltecek ve payidar kılacaktır. Bu, Allah’ın va’d-i sübhanisidir. Ama O, bunu, bir cemaatin yeryüzünden fitne yok oluncaya kadar mücadele aşk ve azimini göstermesine bağlamıştır. Kur’ân, şöyle buyurmaktadır:
“Fitne kalmayıp, yeryüzünde yalnız Allah’ın dini hakim oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Bakara, 2/193) Fitne ve huzursuzluk kalkacağı âna kadar mücadeleyi devam ettiriniz ki, insanlar, dünyevî ve uhrevî istikballerinden emin olabilecekleri bir seviyeye yükselsinler. Yeryüzünde sulh-ü umûmiyi temin edinceye, huzurun ve emniyetin bekçileri oluncaya dek, mücadeleyi bir an için olsun elden bırakmayanız.
İşte, Rasûl-i Ekrem (sav)’in ashabı içinde tutuşturduğu mefkûre meşalesi budur.
Hz. Osman (ra)’ın halife seçilmesinin üzerinden henüz 5 sene kadar geçmişti ki, Kuzey Afrika, baştan başa İslâm’ın hakimiyeti altına alındı. İslâm orduları, bir yandan da Hazar Denizi’nin arkasına sarkmış ve Taberistan’ı fethetmişti. Ardından, Mâverâünnehir de fethedildi ve İslâm daha Hz. Osman devrinde Çin Seddi’ne varıp dayandı. Bugünkü Türkiye’nin 50 misli büyüklük ve genişlikte bir devleti Cenab-ı Hakk, 15 sene içinde o devrin müslümanlarına lûtfetti. Çünkü onlar, hayatı istihkâr etmiş ve her zaman ölümü gülerek karşılamışlardı. Siz de ne zaman hayatı istihkâr eder, rahatınızdan fedakârlıkta bulunur, dinî duyguları hayatınızın gaye ve ideali haline getirir ve “İslâm hayata hakim olmadıktan sonra ölüm daha yeğdir.” derseniz, Allah (cc), işte o zaman size de lûtufta bulunacak, sizi de yeryüzünün hakimi haline getirecektir. Taşıdığı bayrağı en yüksek burca dikebilme derdiyle dertli, yeryüzünü bitirirse, bu defa göklere bayrak dikmeye de azimli bir cemaattir ki, Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremine liyakat kazanmış demektir. Ve cihan hakimiyeti, böyle bir cemaatin ferdlerinin canlarını harç edeceği temeller üzerinde yükselecektir. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:42 pm | |
| CİHAD İÇ VE DIŞ HUZURUN GARANTİSİDİR
Her millet, bir potansiyel güce sahiptir. Eğer o millet kendisindeki bu potansiyel gücü dışa karşı harcamaz, dış fetihler uğruna kullanmazsa, iç bünyede anarşi ve huzursuzluklar başgöstermeye başlar. Çünkü böyle bir durumda, millet ferdlerinin birbirine düşmesi ve kavgalarını birbirlerine karşı vermeleri kaçınılmaz olur. Neticede sokaklarda oluk oluk kan akar; her köşe başında birkaç cenaze bulunur. Evlerde artık ya ölen evlâdına gözyaşı döken dertli analar veya ölen kocasına ağıt yakan gözü yaşlı dul kadınlar vardır. Hiç kimse hayatından emin değildir. Anarşi, milletin ırz ve namusuna kadar uzanır. İşte, cemiyeti bu hazin halden kurtarmanın yegâne çaresi, cihaddır.
Bir milleti canlı tutmanın en önemli yolu, ona yüce gaye ve idealler aşılamaktır. Gayesi yeryüzü hakimiyeti veya en azından yeryüzünde güçlü bir denge unsuru olmak olan bir milletin dahilî sürtüşmelere vakit bulması söz konusu değildir. Ayrıca ferdler arasında haricî düşmana karşı birleşme gibi bir dostluk bağının temin ve te’sisi de bu yolla mümkün olacaktır. Bu da, dahilî sürtütmeleri en alt seviyeye indiren vesilelerden biridir.
Yeri gelmişken, şu hususu bilhassa belirtmeliyim ki, bizim asıl gaye ve hedefimiz, ne mücerred ma’nâda dünya hakimiyeti, ne de dünya hakimiyeti vesilesiyle dahilî zuhur ve sükûnun te’minidir. Belki bunlar, bizim asıl gaye ve hedefimize terettüp eden semerelerdir. Asıl gayemize gelince o, yeryüzünde Cenab-ı Hakk’ın yüce ve yüksek adının şehbal açmasıdır. Fakat bu neticeye ulaşabilmek için güçlü, kuvvetli ve önüne çıkan manileri ortadan kaldırabilecek kapasitede olmamız şarttır ve bir zarurettir. Esasen bu iki şeyi birbirine karıştırmamak gerektir. Biz güç ve kuvveti Hakkın emrinde kullanmak için isteriz. Yoksa müslümanın duygu ve düşüncesinde tagallüp ve tahakküm için güç ve kuvvet talebi yoktur.
Kendisi mezellet içinde kıvranan bir milletin yüce hakikatları temsil etmesi mümkün değildir. Hele onun eliyle takdim edilecek hakikatların başkalarınca kabullenilmesi imkânsızdır. Bu açıdan da, bir milleti ayakta tutan bütün ana rükünlerde en ileri seviyede güç ve kuvvetimizi isbat etmemiz gerekmektedir. Ordumuz en modern silahlarla mücehhez olmalı; maarifimiz, en yeni buluş ve bilgilere beşiklik yapmalı; emniyet kuvvetlerimiz, üç-beş sergerdana teslim olmak bir yana, adı anıldığında bütün dünya anarşistlerinin kalplerine korku salacak derecede güçlü olmalı ve başka devletler dahi altından kalkamadıkları anarşiyi bizlerle bertaraf etmek için müracaatta bulunmalıdır. Maliyemiz, başkalarına ulûfe dağıtacak seviyeye yükselmelidir. Dünya hakimiyeti için bunlar şarttır. Yüce hakikatları temsil edebilmemiz için de dünyaya hakim olmamız, ayrı bir şarttır. Bu şartın yerine gelmesi ise, ancak cihadla mümkün olacaktır.
Dünyanın neresinde olursa olsun ortada bir zulüm varsa, mü’min o zulmü ortadan kaldırmak zorundadır. Çünkü mü’min yeryüzünün muvazene unsurudur. Bunun için de, önce yakın daireden işe başlamalı ve gücü nisbetinde bu daireyi genişletmenin çarelerini araştırmalıdır. Bu mevzûda himmetini öyle âlî tutmalıdır ki, perspektifine bütün cihanı almalı ve sistematiğini ona göre akord etmelidir.
Mü’min, alabildiğine şefkatli ve mürüvvetlidir. Onun başkalarının kurtuluşu için çırpınıp durmasının ma’nâsı da budur. Hattâ o, bu uğurda başını kaldırım taşı gibi muhatabının ayaklarının altına kor ve ondan gelecek her türlü hakarete sabır ve müsamaha ile mukabelede bulunur. Fakat, içte anarşi ve huzursuzluk çıkaran mütecavizlerin karşısına da tunçtan bir abide gibi dikilir ve ölümü pahasına da olsa her türlü tecavüze sed çekmeye çalışır. Kur’ân onu bu vasfıyla tebcil eder ve “Kâfirlere karşı alabildiğine onurlu ve izzetlidirler” der. Mü’min gerektiği zaman bu izzet ve onurunu maddî cihada harç yapar ve kadınıyla, erkeğiyle, ihtiyarıyla, genciyle, hattâ gerektiğinde çocuğuyla devletin yanında yer alarak iç bünyeyi saran fesad şebekesini ortadan kaldırıncaya kadar cihad ve kavgasını devam ettirir. Çünkü mü’min, ferasetiyle de bilir ki, bugün kobralaşmış ve insanlık sıfatını başka yerlerde bırakmış bir anarşiste veya teröriste en küçük taviz vermek, yarın ardı arkası gelmeyen taleplere kapı açma olacaktır. Bugün birinden, küçük dahi olsa bir talepde bulunan ve bu talebinin kabûl edildiğini gören anarşist kat’iyyen bununla tatmin olmayacak ve her geçen gün çok daha başka tavizler koparmaya çalışacaktır. Her taviz, bir başka talebe davetiye demektir. Eğer bir gün ırz, namus ve vatan dahil, bütün mukaddeslerimiz pazarlık masasına getirilirse, bu verilen ilk tavizin acı fakat gerçek bir neticesi olacaktır. Öyle ise mü’min işin başında taviz vermemeye çok dikkat etmeli ve bu mevzûda alabildiğine kararlı davranmalıdır. Meselâ, anarşistler “Bugün dükkânlar kapanacak, kepenkler çekilecek” diye ültimatom gönderseler, mü’min, o gün bir başka mazeretinden dolayı dükkânını kapatacak dahi olsa, her türlü mazareti bir tarafa atacak ve gidip dükkânında oturacaktır. Bunu yapmak, onun için cihadların en büyüğüdür. Bu, zulmün karşısına dikilip, fiilen zalimin yüzüne tükürmek demektir. Bu, onun için açılan şehâdet kapısıdır. Zira Allah Rasûlü, “Malını müdafaa ederken öldürülen şehiddir” buyurmaktadır. Diğer taraftan, bir anarşist elinde silâh kapına dikilse ve anarşi hesabına senden bir arpa tanesi dahi istese, vermemek için diretecek, canını verecek, fakat o bir arpa tanesini vermeyeceksin. Çünkü, onun ilk talebini yerine getirdiğinde bileceksin ki, aynı şahıs bir başka zaman yine kapını çalacak ve seni ömür boyu yere baktıracak taleplerde bulunacaktır. İşte o zaman, ilk kapın çalındığında ne pahasına olursa olsun diretip ölümü tercih etmediğine bin pişman olacaksın. Bu mezellete meydan vermemenin çaresi, yine sensin. Sana ahirette ebedî bir saadet ve mutluluk temin edecek olan şehadeti, üç günlük dünya hayatına, hem de zillet içinde geçecek olan dünya hayatına tercih edeceksin.
Günümüzde her türlü anarşi ve terör dış mihraklıdır. Dış güçler bu vesile ile bu cennet vatanı bir kaos cehennemine çevirmek istemektedirler. Anarşi ve terörle zaafa uğratılan bir devlete her türlü teklife boyun eğdirmekten daha kolay bir şey yoktur. İşte, dış güçlerin arzu ettikleri de budur. Onlar, bu memleketi bir sömürü ülkesi haline getirmek istemektedirler. Bütün anarşistler de, onlara uşaklık yapmaktadırlar. Onlar, kat’iyyen istediklerini elde edemeyecek ve arzuları kursaklarında kalacaktır. Ne var ki, sürekli iç anarşi ve terör mihraklarıyla uğraşmak, bizi esas varmak istediğimiz nokta açısından geciktirebilecektir. Zaten düşmanlarımızın ikinci derecede arzuları da budur. Onlar müslümanın kendisine gelip güçlenmesinden, Kur’ân’da ifade edilen, arslan önünden kaçan yaban eşeği korkusu ile korkmaktadırlar.
Şurası kat’iyyen unutulmamalıdır ki, müslüman iktiza ettiği zaman, dahilî ve haricî her türlü tecavüze karşı devletin askeriyle ve devletin emniyet güçleriyle birleşip bütünleşecektir. Bu, onun için bir vecibedir. Onun böyle bir vecibeyi terketmesi asla söz konusu olamaz. Yeter ki, devletten ona böyle bir davet gelsin ve devlet onu böyle bir vazife ile vazifelendirsin.. Elbette o bunu devletle bir bütünlük içinde yapacaktır. Aksi halde yapılacak her ferdî hareket, bir başka anarşiye zemin hazırlayacaktır. Mü’minler, bu mevzûda da çok dikkatli olmalıdırlar. Anarşi ve terörün hiçbir meşrû yönü yoktur ve mutlaka köklerinden kazınmalıdır.
Bazan da anarşi ve terörü bizzat devletler yapar, Amerika’nın, Rusya’nın, Çin’in yaptığı gibi... İşte o zaman da mü’mine düşen vazife, elindeki bütün imkânları en son hududuna kadar kullanıp, onların karşısına dikilmek olur. Durum bu kerteye geldiğinde artık devlet aşılmış ve vazife, bizzat teker teker ferdlere düşmüş demektir. O zaman millet kendine düşeni yapar ve daha önce tarih sayfalarına yazdığı destanlardan birini daha yazar. Cenab-ı Hakk, böyle bir durumu yurdumuzdan, yuvalarımızdan uzak etsin; ama başa gelirse o takdirde yapılacak hareket de bundan başkası değildir. Mü’min, her zaman ve her zeminde izzetle ölmeyi zilletle yaşamaya tercih eden insandır. Ölüm, onu sindirip korkutamaz. Dış güçler, terörist devletler de bunu böyle bilmeli, böyle bellemelidir.
Yurd ve yuvasını düşmana bırakıp kaçmak, bir müslümanın rüyasına dahi misafir olmayacak kadar kötü ve bir o kadar alçakça davranıştır.
Müslüman, böyle bir denâeti irtikaptan çok uzaktır.
Bir belde halkı zulüm ve işkence altında inlerken, zayıflar, kadınlar ve çocuklar orada dua dua kurtuluş talep ederken, kendisine yakışan davranışı Kur’an mü’mine şöyle ta’lim etmektedir:
“Size ne oluyor da, Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir veliy (dayanak) gönder, katından bize bir yardımcı lûtfet’ diyen zayıf düşmüş, (güçten, kuvvetten kesilmiş) erkekler, kadın ve çocuklar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 4/75)
Bu nasıl bir duadır ki, kendi yurt ve yuvalarından çıkarılmak için yapılmaktadır. Zira orada müslümanlar zayıf düşmüştür. Takatları kesilmiştir. Parya muamelesi görmektedirler. Halbûki o vatan, onların vatanıdır. O yurt ve yuvalar, onlara aittir. Buna rağmen, oradan çıkmak istemektedirler. İşte bu, mezellettir. İşte bu, meskenettir. İşte bu, el-etek öpmektir. Onlar ki, insanca yaşamak hakkından mahrum bırakılmışlardır. Onlar ki, ellerinde ne var ne yoksa, gasba uğramıştır. Onlar ki, hürriyetleri de dahil bütün mukaddesleri, ayaklar altında çiğnenmiştir. Tablo bu iken, durum bu fecî manzarayı sergilerken, Kur’an-ı Kerîm ; “Ne oluyor ki, siz hâlâ cihad yapmıyorsunuz?” diyerek muhatabı olan mü’mini sarsmakta ve onu kendine getirip, özüne erdirmeye çalışmaktadır.
Biz, Hakk’a sahip ve arka çıkamadık. Kur’ân’a yardım edemedik; âfak-ı alemde O’nun bayraklaşmasını sağlayamadık. Zira, parça parça, didik didik, lokma lokma hale getirildik. Durumumuz bu olduğu için, kâfirler bizi yutarken sadece nasıl yuttuklarını seyretmekle kalacak ve hiç bir müdahalede bulunamayacağız. Maalesef, bugün topyekün bir İslâm cemaati olarak böylesine sefil, böylesine perişan ve sergerdanız. Sanki bütün çareler yere batmış da biz, yapayanlız ve çaresiz kalmış gibi bir durum sergilemekteyiz. Ama, hayır! Sağında solunda ışık, altında ve üstünde ziya yoksa mü’min onu icad etmeli, mekânda dururken mekânsızlıktan çekip getirmelidir. Burada durup Rasûl-i Ekrem’le temasa geçmeli, yerde Allah’la münasebetini kuvvetlendirmeli cihanı aydınlatacak nuru oralardan söküp almalı ve kendi dünyasını yine kendisi aydınlatmalıdır.
Mü’min için, kendi sa’yinden ve kendi gayretinin getirdiği semereden başka birşey yoktur. O, her şeyi teriyle ve zoruyla, iniltileriyle ve ızdıraplarıyla elde edecekdir. Sonra da onlara sahip çıkacak ve neticede hem kendisini hem de bütün bir milleti kurtarmış olacaktır.
Görülüyor ki, ister içten içe kokuşmanın hasıl edeceği huzursuzluk, ister dahilî anarşî ve terörün getirdiği kaos, ister dıştan gelen tecavüzlerin doğurduğu ızdırap ve sıkıntı ve isterse müslümanlara arız olan daha başka dertler olsun, her türlü mes’elenin halledilebilmesi için tek bir çare vardır ki, o da, maddi-manevî cihad yapmakdır. Kısaca cihad, bizim dahilî ve haricî huzur ve sükûnumuzun yegâne garantisidir. Cihadın olmadığı bir dünyada, hiç kimsenin hiç bir şeye karşı, huzur ve sükûn adına garantisi yoktur. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:43 pm | |
| YIKILIŞI ÖNLEMENİN ÇARESİ TOPLUCA CİHADA SARILMAKDIR
Mü’min, içte ve dışta vereceği bu mukaddes kavgayla aziz olacaktır. Ama kendisine terettüp eden vazifeyi yapmayıp, yaşama ve hayat sevdasına düştüğü, şahsî zevklerine takılıp kaldığı zaman ise, onuru ve izzeti de gidecek, sefil ve perişan hale gelecektir. Rasûl-i Ekrem (sav) “Bir topluluk cihadı terketti mi, Allah (cc) umûmî bir azap, müşterek bir belâ verir.” buyurmaktadır. Bu yüzden izzetli yaşamak, ancak cihad adına bir kısım meşakkatlere katlanmakla mümkündür. Toplum, bu meşakkatlere topluca göğüs gerecek ve aziz olarak yaşamaya hak kazanacaktır. Fakat ferdler tek tek kendi hayatlarını yaşamak için cihadı terk ederse, o zaman Allah’ın umûmî azabı gelir ve masumu mütecaviziyle, zalimi de mazlumuyla beraber derbeder eder. Öyleyse umûmî bir belâya maruz kalmamak için topluca cihada sarılmak şarttır.
Burada Fahr-i Kâinat Efendimiz’in bir sözüyle mes’elenin özüne intikal etmek istiyorum. Kâinatın Efendisi (sav), şöyle buyuruyorlar:
“İyne alışverişi yaptığınız, sanayii terkle sığırların kuyruğuna yapışıp, ziraata hasr-ı hayat ettiğiniz ve cihadı bıraktığınız zaman Allah, size altından kalkamayacağınız öyle bir mezellet verir ki, yeniden dininize döneceğiniz ana kadar o mezelletten kurtulamazsınız.”
İyne alışverişi yapmak, iki şekilde tefsir edilmiştir. Birincisi, birinden veresiye mal satın alıp, daha sonra aynı adama bu malı daha ucuza ve peşin olarak satmaktır. Bu alışverişten gaye şudur: Kişinin paraya ihtiyacı vardır ve doğrudan para alıp fazlasıyla ödemek faiz olacağından, böyle bir yola tevessül etmektedir. Bunun pratikte tatbiki şöyledir: Birinin diyelim ki 800.000 liraya ihtiyacı vardır; başkasına ait bir malı veresiye bir milyon liraya satın alır. Sonra da aynı malı aynı adama 800.000 liraya peşin olarak satar. Dıştan normal bir alış-veriş gibi görünen böyle bir muamelenin faizden farkı yoktur ve kat’iyyen caiz değildir.
İyne alışverişi yapmanın fukahanın çoğunluğu tarafında kabûl edilen ikinci tefsiri ise şudur: İyne, vade farkı uygulamasıdır. Meselâ, borçlu gelir ve bu ayki borcunu ödeyemeyeceğini söyler. Hemen borcuna tehir süresi ve borç miktarı hesap edilerek vade farkı yüklenir. Bu muamelelerin her ikisi de, İslâmî açıdan doğru değildir.
Allah Rasûlü, bu hadis-i şeriflerinde köyden şehre, en ücra yerden en büyük kentlere kadar, insanlar arasında, ticaret ve muamele adına irtikab edilen ahlâksızlığa parmak basmakta ve bu ahlâksızlık, sizi esaret altına aldığı zaman mezelleti bekleyin, buyurmaktadır.
Hadiste anlatılan ikinci hususa gelince;
“Sığırların kuyruğuna tutunup da ziraatın dışında her şeyi unuttuğunuz zaman” ifadesinde tenkidi yapılan husus, ziraat değildir. Zira Efendimiz, “Kıyamet kopuyor dahi olsa, elindeki fideyi dik” buyurmuştur. Ayrıca, ölü toprağa İslâm’ın tahammülü yoktur. Burada tenkid edilen husus, dengesizliktir; çünkü, iktisadî hayatın can damarı olan üretim sadece ziraata hasredilir, ticaret ve sanayi ihmale uğrarsa, bu takdirde üretimde bir dengesizlik var demektir. Buna karşılık sadece ticarete veya sadece sanaiye yönelik kalkınma hamleleri de, aynı şekilde bir dengesizliğin ifadesidir. O halde esas olan, her sahaya gereken değeri vermek ve böylece gereken üretim dengesini sağlamakdır.
Ziraat, köylerde olur; bu yüzden insanların kendilerini bütünüyle ziraate vermeleri şehirleşmenin tamamen durması demektir. Şehirleşmenin durması ise sanayi ve ticaretin ölmesi ma’nâsına gelir. Bunun aksi yani, herkesin köyde tarlasını bırakıp da büyük kentlere akın etmesi bir başka arızanın doğmasına yol açacaktır. Günümüzdeki şekliyle kentlerin hızla büyümesi, büyüme hızı oranında yeni yeni problemler doğuracak, yer-altı ve yer-üstü hizmetleri akamete uğrayacak ve işsizlik had safhaya yükselecektir.
Kalkınma dengeli olmaz ve iktisadî hayatın bir bölümü dışa bağımlı olmakta devam ederse, her zaman için o taraftan bir darbeye maruz kalınabileceği asla unutulmamalıdır. Dışa bağımlı sanayi kuruluşları, dışa bağımlı ticaret emtiası kadar, dışa bağımlı ziraat ürünleri de, iktisadî hayat için bir tehdit unsurudur. Öyleyse asıl olan, bütün sahalarda dengeyi koruyabilmektir.
Efendimiz devrinde hızlı kentleşme problemi olmadığından iktisadî dengesizlik, hadiste ziraata hasr-ı hayat etme şeklinde ifade buyurulmuştur. Günümüzde ise, hızlı kentleşme beraberinde getirdiği sıkıntılarla yine bir dengesizlik alâmetidir. Bu problemin çözümü için düşünülen veya düşünülebilecek olan köye dönüş veya köye yerleşme mes’elesi, ciddî olarak ele alınması gereken hususlardan biridir ki, hadisten bu ma’nâyı da anlamak mümkündür.
Diğer taraftan, medeniyetten sonra bedeviyete rücû veya bedeviyette ısrar edip durma da, hadiste tenkid edilen hususlardandır. Bunların, hepsi, mezellet ve meskenet getirir.
Hadiste anlatılan üçüncü husus: “Cihadı terkettiğiniz zaman” rahatınıza daldığınız, kendi işlerinize kapanıp onda boğulduğunuz zaman sizin için başınızın ucunda bir mezellet hazırdır. Havanız maddeten karardığı gibi manevî hayatınız da kararmış, ruh semanızın yıldızları dökülmüş; ayınız, güneşiniz küsuf ve hüsufa uğramıştır. Yeryüzünde yaşamanız artık caiz değildir.
Yeniden dine dönünceye kadar isteseniz de, dua dua yalvarsanız da, maruz kaldığınız o mezelleti Allah başınızdan atmayacaktır.
Dine dönüş nasıl olacaktır? Üzerimizde, omuzlarımızda asırların getirip biriktirdiği haklar vardır. Bırakın başka hakları, nefsimize karşı eda edilmesi gereken hakkı bile eda edemedik. Ayrıca ailemizin, milletimizin, neslimizin bizden beklediği şeyleri de yerine getiremedik. Cılız omuzumuza, incecik belimize üst üste bir sürü vebal yüklenmiştir. Yirminci asrın idrak sahibi müslümanı, bu veballer altında iki büklümdür ve mes’ele hafif değil, aksine çok çetindir. Çünkü üç asırlık yıkılışın feryadını sinelerimize doldurmakla karşı karşıyayız. Çeyrek asır inlemeden, sancı ve ızdırap çekmeden bu feryadın dinmesi de mümkün değildir. Bu duruma gelmemizin tek sorumlusu da, yine kendimiziz. O halde kurtuluş yine bizimle olacaktır. Dişimizi sıkacak, kendi meş’alemizi kendimiz tutuşturacak, Allah’ın inayetine yönelecek ve bu yönelmeyi hem sözle, hem de fiille yapacağız. Bunu yapabildiğimiz ölçüde Rahmetin kapıları bize de açılacak, Rahmet eli, içinde bulunduğumuz durumdan bizi çekip alacak ve kurtuluş sahiline çıkaracaktır.
Rasûl-i Ekrem, cihan karşısında öyle bir cemaatle kavga veriyordu ki, o cemaatin her ferdi, hayatın hangi kesiminde kendisine ne düştüğünü çok iyi biliyordu. Uhud, bu şuurun çeşit çeşit tablolarla ebedîleştiği bir yerdir. O gün orada kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar herkes, kendine düşeni şerefle yaptı ve makus talih, ancak bu şekilde tekrar müslümanların lehine döndü. Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Gözüme çok sık ilişenlerden ikisi, annem Ümm-ü Süleym ve Ezvâc-ı Tâhirât’tan Hz. Aişe’ydi. Medine’ye koşuyor, mataraları doldurup geliyor ve şehid namzetlerine su dağıtıyorlardı. Bütün gün böyle gidip geldiler. Boş kaldıkları anda da hemen mataraları bir yana koyup yaralılarla ilgileniyorlardı”.
Bu hengâmede yaşlı bir kadın, elinden tuttuğu çocuğunu Efendimize getirdi. Bu kadın, savaşmak veya yaralılara hizmet etmek bir yana elden ayaktan düşmüş denebilecek derecede yaşlıydı. Şu kadar ki, üzerine düşenin idraki ve gayreti içindeydi. Yapabileceğini yapmak ve Uhud’da hissesine düşenin altından kalkmak istiyordu. 7 yaşındaki çocukla, 77 yaşındaki ninenin elele tutuşup, hakka hizmet aşkını tablolaştırdıkları şu manzara, ne kadar da görülmeye değerdi! Çocuğun omuzundaki kılıç yerlerde sürünüyordu; manevî hazla kanatlanıp uçan ruhunun aksine, bu küçük bedenin o kılıcı taşıyacak hali de yoktu. Yaşlı kadın, huzûr-u Rasûlullah’a geldi ve şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! verecek bir şeyim, bir iş yapacak hal ve takatim yoktur. Lâkin, bu, benim çocuğumdur. Onu size armağan ediyorum. Önünüzde savaşsın ve sizi müdafaa etsin.” Allah Rasûlü, ışıl ışıl yanan gözleri yüzüne çevrilmiş emir bekleyen çocuğa baktı. Çocuk, âteşîn gözleriyle âdeta,“Ferman buyur yâ Rasûlallah! İzin ver, uğruna öleyim.” diyordu. Bir şeyi bu kadar candan ve yürükten isteyenin, kim olursa olsun red cevabıyla karşılaşması çok zordur. Onun için, Allah Rasûlü bu yavrunun isteğini kabul etti ve onu İslâm askerleri arasına aldı. Çocuk, boyundan büyük kılıçla düşman saflarına daldı. Sanki birden büyümüş ve civanmert bir delikanlı olmuştu. Ne var ki, Uhud’un yükü çok ağırdı. Onu ancak Hamzalar, İbn-i Cahşlar, Musa’ablar omuzlayabilirdi. Fakat çocuk da bir tarafından bu yükün altına girmişti. Gel gör ki, bu narin bünye bu ağır yüke daha fazla dayanamadı ve aldığı kılıç darbeleriyle çocuk yere dütüverdi.
Biraz sonra, “Allah’a giden yolda meleklerle yarışacak,” bu gül yüzlü yavruyu kucaklayıp huzura getirdiler. Kalbi, bir güvercin kalbi heyecanıyla çarpıyordu. Beyaz kuğular gibi nazenin boynunu germişti, ama yüzünü çepeçevre sevinç ve mutluluk sarmıştı. Gözlerinin içi gülüyordu. Çünki; şehadetin füsûn-u nevmi (tatlı uykusu) ile, Uhud’un âteşîn ravzasından çıkacak ve az sonra Cennet yamaçlarında dolaşmaya başlayacaktı. Gözlerini çocuğun gülümseyen bakışlarına dikmiş olan Allah Rasûlü, “Yavrucuğum, acı duyuyormusun?” diye sordu. Çocuk, Allah Rasûlü’nü mahzun etmemek için güçlükle “Hayır Yâ Rasûlallah!” diye inledi. Uhud’un üzerine akşam hüznü inerken güneş, sanki bu çocuğun çehresinde yeniden doğmaya hazırlanıyordu...
Gözlerindeki kıvılcım ise, her şehide va’d edilen sonsuzluk muştusuydu. Çocuk, ruhu sonsuzluğun hülyalı maviliklerine doğru yol alırken, kimbilir ne kadar mutluydu. Dudağında ürperen tebessümü bunu fısıldıyordu...
Uhud, bağrında yetmiş şehidiyle beraber, kendinden büyük kılıcıyla Efendimiz’in önünde savaşan bu çocuğu da saklamaktadır. İş başa düşmüş ve çocuk, kendinden bekleneni yapmıştır. Yaşlı kadına gelince, onun elinden gelen, ancak ciğerparesini bu yola adamakdı; o, bunu yapmıştı.
Ümm-ü Ümâre anlatıyor: “Uhud’a gittim. Elimde sargı bezleri vardı. Yaklaştığımda Rasûl-ü Ekrem’in etrafının dağılmış olduğunu gördüm. Yaralı Mus’ab, o haliyle sağa sola koşuyordu. Yaklaşık on kişilik bir grup saldırınca, Rasûl-ü Ekrem, “Bunlara kim karşı koyacak?” dedi. Meydanda kimse kalmamıştı. Herkes, kolu-kanadı kırık bir yerde dökülmüş kalmıştı. Biçilmiş başaklar gibiydiler. İş başa düşmüştü. Elimdeki sargı bezlerini attım ve bir kılıçla onlara karşı çıktım. Karşımdaki İbni Kamie idi; Rasûl-ü Ekerem’in üzerine gelirken, gayz içinde şunları söylüyordu: “Bana Muhammed’i gösterin. Eğer O kurtulursa, ben kurtulamadım demektir.” Bu “Ya O beni öldürecek, ya da ben O’nu öldüreceğim” demekti. Demir zırhlar içindeydi. Benim zırhım da yoktu ama, ona elimdeki kılıçla karşı çıktım. Bana öyle kılıç darbeleri indirdi ki, sırtımda bir el girecek kadar derin yaralar açılmıştı. O gün, akşama kadar bana savaşmak düştü.”
| |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:43 pm | |
| Savaş akşama kadar devam etmiş ve Medine’nin içten korunması gerekmişti. Peygamberin halası, büyük kadın Hz. Safiyye Medine’deydi. Efendimiz’in yaralandığını duyunca Uhud’a koştu. Ümm-ü Ümâre gibi o da, felâketin üstüne üstüne gidiyordu. Yerden kaptığı bir mızrakla kâfirlerin üzerine öylesine saldırdı ki, Rasûl-ü Ekrem dayanamayarak Safiyye’nin oğluna, “Ananın önüne geç. O kadındır.” demek zorunda kaldı. Kâfirleri önüne kattığı gibi sürükleyip götürüyordu. İş başa düşünce, kadın da vazife yapıyordu. Evet, dahilden ve hariçten gelen felâketler karşısında mü’min, cihada koşacak; ailesine dinine, vatanına, milletine karşı vazife ve sorumluğunu yerine getirecektir. Kadınıyla, erkeğiyle, genciyle, ihtiyarıyla topyekün ve hayatın her safhasında kaga verilecek ve himmetler, hayatın sadece bir-iki noktasına hasredilmeyecekdir. Aksi halde mağlûbiyet, yine muhakkak ve mukadder olur. Mü’min, hayatı bir bütün olarak kucaklamak zorundadır; cihadda böyle şümûllü bir ma’nâ vardır.
Aziz olarak yaşamanın yolu, yerinde ölmesini bilmektir. Korumakla mükellef olduğumuz mukaddeslerin uğrunda ölürsek, ölmeden ölmesini bilenler olarak, bu çeşit ölümün güzelliğini ahirete ait bütün nimetlerin ayaklarımızın altına serildiği anlarda bile görür müşahede ederiz. Rasûl-ü Ekrem, bu mevzûda aşkımıza fer verecek, güç getirecek şu sözleriyle nazarımızı bu noktaya çeker ve buyurur ki: “Ne kadar arzu ederdim, her seriyyenin arkasına takılayım, her harbe giden ordunun içine gireyim ve cihadın hakkını verdikten sonra öldürüleyim. Allah beni yeniden diriltsin, yine öldürüleyim; sonra yine diriltsin, yine öldürüleyim.” Allah yolunda mücadele ve mücahede uğrunda ölme ne kadar şerefli ve ne kadar mukaddes bir vazife ki, Mefhar-i Mevcûdât Efendimiz, başı evc-i kemalâta çıktığı noktada, peygamberlik da’va ve vazifesinin yanıbaşında harb seriyyelerinin arkasına takılmak arzu etmekte, öyle ki, savaşma, ölme ve öldürme, sonra dirilme ve bu işe birkaç defa mazhar olma temennisinde bulunmaktadır. Bu, aklı başında olan herkesin talep etmesi gereken bir mazhariyettir. Zira cihadsız geçen hayat, boşa geçmiştir. Efendimiz’in bu husustaki ifadeleri, cidden dikkat çekicidir:
“Bir kimse, hayatında hiç cihad yapmadan, bu mevzûda hiç bir cehd göstermeden ölürse, bir nifak şubesi içinde ölmüş, münafıklık zemininde ruhunu teslim etmiş olur.” Bir başka rivayette de şöyle buyurulmaktadır: “Bir kimse, hayatında cihad eseri olmadan Allah’ın huzuruna çıkarsa, ciddî bir boşlukla çıkmış demektir.” Yani, böyle bir kimse, Mahkeme-i Kübra’ya kendisini utandıracak, yüzünü kızartacak bir gedikle gelmiştir.
Sağımızda, solumuzda doğranan, tecavüze uğrayan, inim inim inleyenler var. Mazlumun imdadına koşmak bize bir vazife olduğu gibi, zalimin zulmünü def’etmek de bir vazifedir. Yoksa, öyle acı bir senfonizma ile Huzûr-u Rabb’ü’l-âlemin’e gideriz ki, bu senfonizmadan çıkan nakarat ve sesler, mazlumların ah u efganı, ırzına geçilen kadınların feryad u figanı ve yetim çocukların iniltisidir. Rabbin huzurunda bu gedikle, bu eksik ve kusurla haşr u neşr olmak, ne büyük talihsizliktir!..
Bir hadislerinde Efendimiz, muhatabları olan sahabiye, istikbalde vaki olacak ve duyan her mü’mini ürpertiye sevkedecek bazı hadiseleri haber vermektedir. Her haber verdiği hadisenin sonunda sahabi dehşete kapılarak, “Bu da olacak mı ya Rasûlallah?” diye sormakta, Efendimiz ise, “Daha dehşetlisi olacak” cevabıyla bir başka hadiseyi haber vermektedir. Ebu Ya’lâ ve İbn-i Ebi’d-Dünya’nın rivayet ettiği bu hadis, mealen şöyledir: Allah Rasûlü buyuruyor:
- Nasıl olacak o gün ki, kadınlar baş kaldırmış kötülükler yayılmış ve cihad terkedilmiştir?
Sahabe, bu söz karşısında dehşete kapılmıştır. Onların havsalası, böyle bir tabloyu alamaz. Çünkü onlar, bir tek mü’minin bulunduğu yerde dahi böyle bir manzara göreceklerine ihtimal vermezler. Onun için de soruyorlar:
-Bu da olacak mı Yâ Rasûlallah?-
Allah Rasûlü (sav), “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, daha tiddetlisi olacak” diyor ve konutma bunda sonra töyle devam ediyor:
-Bundan daha şiddetlisi nedir Yâ Rasûlallah?
- Bütün kötülükleri iyi ve bütün iyilikleri kötü gördüğünüz gün, bir bilseniz haliniz nasıl olacak?
Zinanın terviç edildiği, şehir içi ve şehir dışı eşkiyalığın teşvik gördüğü, iman ve Kur’ân’ın aşağılandığı ve mü’minlerin takibe tâbi tutulduğu, çirkinin güzel, güzelin çirkin gösterildiği, bütün münkerâtın devletten beraat aldığı, bunun yanında ma’ruf ve ilâhî emirlerin ayıp bir iş gibi gizli gizli yapıldığı günler gelecek. O zaman haliniz nice olacak?
-Bu da olacak mı yâ Rasûlallah?-
-Bundan daha şiddetlisi olacak.
-Bundan daha kötüsü nedir ey Allah’ın Rasûlü?
-Münkerât karşısında suskun kaldığınız gün haliniz nasıl olacak bir bilseniz?
-Bu da olacak mı yâ Rasûlallah?
-Evet, daha şiddetlisi olacak
-Bundan daha şiddetlisi nedir ey Allah’ın Rasûlü?
-Nasıl olacak o gün ki, münkeratı emreder, ma’ruftan da men’edersiniz?
(Çocuğunuzu namazdan alıkoyduğunuz, onu başı boş bıraktığınız ve ona halinizle, dilinizle ve davranışlarınızla kötülüğü emrettiğiniz zaman haliniz nice olacak bir bilseniz? Ve daha dehşet vericisi, neslinize Allah’ı unutturduğunuz, ilim irfan adına konuşurken hep küfür hesabına konuştuğunuz, Peygamberin yâd-ı cemilini onların gönüllerinden sildiğiniz gün haliniz nasıl olacak? Sanki Allah Rasûlü, ümmetinin başına gelecekleri bir bir görmüş ve yine sanki Allah Rasûlü, içinde bulunduğumuz asrı ve içinde yaşadığımız cemiyeti bizzat müşahede etmittir!..)
-Bu da olacak mı yâ Rasûlallah?
-Evet, ondan daha şiddetlisi olacak!... Allah Rasûlü, sözünün burasında Cenâb-ı Hakk’dan nakille, kasemle teyid edilen şu sözü söylüyor. “Allah (cc), kasem ederek şöyle buyurdu: “Celâlime yemin olsun ki, bu duruma gelmiş bir cemiyetin içine çağlayanlar gibi fitneleri salıvereceğim...”
İşte, üzerimizde taşıdığımız mükellefiyet budur. Kalbimizin en hassas yerinde üç asırdan beri devam edegelen bir vebalin ağırlığı ve aynı zamanda ağrısı var. Derdimize yine derdimizden başka dermanımız da yok.
Arasıra camiye gitmek, hac farizasını yerine getirip dönmek bazılarımız için birer teselli kaynağı olmaktadır. Halbuki, içinde bulunduğumuz durumun vehameti, şahsî farzları ifa ile bertaraf edilebilecek kadar basit değildir. Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker vazifesini yerine getirmekten başka bir çaremiz olduğunu zannetmiyorum. Bu kudsî vazifeyi yapacak da yine biziz, teker teker hepimiziz. Yoksa, hadiste anlatılan ve sonunda kasemle Cenab-ı Hakk’ın bildirdiği ve sanki bugünkü cemiyetin durumunun tasvirinin yapıldığı fitne girdabından kurtulmamız mümkün olmayacaktır. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:43 pm | |
| HAYATI HAKİR GÖRMEYENLER ASLA CİHAD EDEMEZLER
Hz. Ali (ra) anlatıyor: “Uhud günü kıyasıya savaş oluyordu. Bir ara Rasûl-ü Ekrem’i gözden kaybettim ve aramaya koyuldum. Hele O’nun öldürüldüğü şayiası beni tamamen çileden çıkarmıştı. Maktüller arasında dolaşıyor, teker teker kaldırıp hepsinin yüzüne bakıyordum. Ancak aralarında Efendimiz yoktu. Kendi kendime şöyle düşündüm: “Ölmediğine göre, mutlaka düşmanın muhasarası altındadır; çünkü, Efendimiz için kaçma kesinlikle mevzû-u bahis değildir.” Kılıcımın kabzasını kırdım ve düşman saflarına daldım. Önüme geleni itiyordum. Nihayet Rasûl-ü Ekrem'i etrafında kümelenmiş bir avuç yiğit insanla birlikte gördüm. O’na doğru koşarken, “Ya Rasûlallah, Senin bulunmadığın yerde yaşamanın hiçbir değeri yoktur. Senin yok olduğun yerde, benim için en şerefli yol yok olmaktır” diyordum. O esnada bir ses daha duydum. Ses, “Ey Ensar topluluğu, bana, bana doğru gelin!” diyordu. Sesin sahibini tanımıştım; Sabit b. Dahhak’tan başkası değildi. Bütün gücüyle müslümanları Allah Rasûlü’nün etrafına toplamaya çalışıyordu.”
Uhud’dan daha dehşetli günler yaşıyoruz. Allah’ın yüce adı ve Rasûl-ü Ekrem’in yüce yâdı gönüllerden silinmek üzeredir. Daha doğrusu, karşı cephe bunun kavgasını vermektedir. Böyle bir zaman ve zeminde bize durmak yaraşmaz. İçtimaî hayatın içine dalmak ve ölesiye, tükenesiye cihad yapmak zorundayız. “Gözümde ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu var..” sözünün ifade ettiği atmosferde bir hasbilik göstermek mecburiyetindeyiz. Bu uğurda her şeyimizi feda etmek idealimizi süsleyen en ulvî gaye olmalıdır. Sabit b. Dahhak gibi davranmalı ve, “Rabbim! Habibi’nin uğruna yaptıklarım, huzuruna kabul edilmem için yeterli midir bilemiyorum.” demeli; bu dünyadan aynen onun gibi, Uhud’un verasından Cennet’in kokularını duya duya ve mütebessim bir yüzle göçüp gitmeliyiz.
Hayatı istihkâr etme, dünya ve ukba muvazenesini kurmak işte budur. Bu muvâzeneyi kurduktan sonra, (Allah’ın tevfik ve inayetiyle) herşey hallolacaktır. Asıl mes’ele ahiret ve dünya aynı anda karşımıza çıkıp bütün ağırlıklarıyla vicdanımıza oturdukları zaman en çok lâzım olanı tercih ederek, muvazeneyi kurabilmektir. Bu ise, dünyaya dünya kadar, ahirete de ahiret kadar değer ve kıymet vermeyi gerektirir.
Bu dengeyi kurabilenler için korku ve endişeden söz edilemez. Bütün dünya belâ olup başlarında patlasa, herhalde onları zerre kadar paniğe sevketmeyecektir. Zira korku ve endişe hayat tutkusundan ileri gelir; halbuki onlar, hayatı istihkâr etmektedirler. Böyle basit bir hayat için endişeye kapılmanın hiçbir ma’nâsı ve insanı tatmin edecek hiç bir izah şekli yoktur. O halde asıl kazanılması gereken yer ahiret yurdudur. Gayretler, hep o tarafa yönelik olmalıdır. Ahirete iştiyak, en bereketli cesaret kaynağıdır.
Uhud’da müslümanlar 70 şehid vermiş; geri kalanlar da, kolu kanadı kırık bir vaziyette Medine’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü’nün mübarek başı da sarılıydı. Kimsede kılıç-kalkan tutacak derman kalmamıştı. Buna rağmen bir şayia duyuldu. Ebu Süfyan, ordusuyla beraber Medine'ye geliyordu. Hemen bir emir çıktı. Allah Rasûlü, “Dün bizimle Uhud’da bulunan herkes toplansın” buyurmuştu. Düşmanı takibe çıkılacaktı. İtiraz eden, tek insan olmadı. Kimisinin kolu, kimisinin bacağı kopmuştu. Ama herkes toplanılsın denilen yerde toplanmış, hazır bekliyordu. İçlerinde sürünerek gelenler dahi vardı. Mademki gazaya çıkılacaktı, o halde sahabî elbette bir köşede oturup duramazdı. Korkusuzdular, fütursuzdular. Bedenlerinde güç ve takat kalmamıştı fakat, ruhları şevkle kanatlanmış uçuyordu. Kur’ân, onların bu durumunu şöyle anlatır:
“Onlar ki, halk kendilerine ‘(Düşmanınız olan) insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ deyince, (bu söz), onların imanını arttırdı ve ‘Allah bize yeter O’ne güzel vekildir’ dediler.” (Âl-i İmran, 3/173)
Bu çıkış, düşman üzerinde öyle bir te’sir yaptı ki, müslümanların takviye birliklerle kendilerini takibe koyulduğunu zannederek arkalarına bakmadan kaçmaya koyuldular. İşte bir avuç yaralı arslan, cesaretleriyle tarihe böyle altın bir sayfa ve bir destan daha yazıyordu. Uhud’u da müslümanlar kazanmıştı. Zaten müslüman, her zaman kazanır. Şehid olur kazanır, gazi olur kazanır veya haysiyet ve izzetini korur, yine kazanır. Burada bir müşahedemi arz etmeden geçemiyeceğim:
Anarşinin önünün alınamadığı, başıbozuk sürülerin her tarafta cirit attığı bir dönemde, arabaları önlerine alıp devletin askerine, polisine karşı barikat yapıp siper olarak kullanıyorlardı. Yoldan geçen bir kamyonu da durdurup barikata dahil etmek istediler. Din ve iman noktasında adamın nerede olduğunu bilemeyiz; fakat kamyon şoförü, bir avuç eşkiyaya karşı takınılması gereken tavrı takınıp eline aldığı bir cisimle üzerlerine yürüdü ve 20 kadar şakiyi çil yavrusu gibi dağıttı. İşte mü’min, en azından kendi izzet, haysiyet ve onurunu koruma uğruna, malının, canının ve ırzının başında bu kamyon şoförünün gösterdiği cesaret ve tehâlükü göstermek mecburiyetindedir. Mü’min, düşman karşısında tavrını nasıl ayarlayacağını bilecek, şakiye teslim-i silah etmeyecek ve evinde korku ve panik içinde yaşamayacaktır. Kendi milletine, devletine ve muhafız güçlerine yardımcı olarak, yakalayacak, yakalattıracak ve eşkiyanın hakkından gelecektir. Yalnız, yanlış te’vil ve tefsirlere meydan vermemek için ısrarla belirtmeliyim ki, hiç kimseye silahlanıp, sokağa dökülün demiyorum. Kasdım, Allah’a inanan insan için korku ve paniğin söz konusu olamayacağını vurgulamaktır.
Yeri gelmişken Mekke devrine ait bir vak’ayı nakletmeden geçemiyeceğim.
Mekke sokakları herkesi şok eden bir haberle çalkalanıyordu. Söylendiğine göre, Muhammedü’l-Emin öldürülmüştü. Herkes ne yapacağını nasıl hareket edeceğini şaşırmış ve hayretten, dehşetten donakalmıştı. Yalnız 9-10 yaşlarında bir çocuk, elinde bir kılıcı sürüyerek, o sokaktan bu sokağa koşup duruyordu. Daha sonra, ‘Allah Rasûlü’nün havarisi’ ünvanını kazanacak olan bu çocuk Zübeyr b. Avvam’dı. Efendimiz’in halası Safiyye’nin oğluydu. Deli gibi koşturuyordu. Kimse ne yapmak istediğini bilmiyordu. Nihayet, sokaklardan birinde karşısına Allah Rasûlü dikiliverdi. Ona hitaben, “Zübeyr nereye?” dedi. Zübeyr, öldürüldü zannettiği İki Cihan Serverini karşısında bulunca, ne yapacağını şaşırdı. “Seni öldüreni öldürmeye gidiyordum Yâ Rasûlallah!” dedi. Efendimiz, mütebessim bir çehre ile sordu: “Beni öldüreni ne ile öldürecektin?” Tek eliyle kaldıramadığı kılıcını iki eliyle kaldırıp “İşte bu kılıçla, Ey Allah’ın Rasûlü” cevabını verdi. Evet, Zübeyr, daha henüz taşıyamayacağı kadar ağır bir kılıçla sokaklara koşmuştu. Zira, içinde Allah Rasûlü olmayan bir hayatın onun yanında hiç bir değer ve kıymeti yoktu. Zübeyr, hayatı istihkâr ediyor ve yiğitliğini işte böyle sergiliyordu.
Yemâme’de de hayatın istihkâr edildiği ayrı bir tablo görüyoruz. Bu, ahirete müteveccih bir insanın canlandırdığı muhteşem bir tablodur. Yemâme harbi cereyan ettiği zaman Ammar b. Yasir, iyice yaşlanmıştı. Ama, “Ben yaşlıyım, artık bu işten mûafım” demiyordu. Yemâme’nin en şiddetli anlarıydı. Sağda solda çözülmeler meydana geldiğinde müslümanlar, birdenbire çok aşina bir ses duydular. Ses, “Ey müslümanlar, Cennet’ten mi kaçıyorsunuz? Bakın ben Ammar b. Yasir’im” diyordu. Sesi duyanlardan bir sahabi diyor ki: “Vallahi, kulağına inen bir kılıç darbesi, kulağını koparmıştı. Kanlar yüzünden aşağıya doğru akarken yaşlı adam, kıpkırmızı sakalıyla haykırıyor, “Cennetten mi kaçıyorsunuz?” diyordu.” Başkası neden kaçarsa kaçsın, ölüm Ammar’dan kaçıyordu.
Herakliyus’un kumandanı, doğru söylüyordu; mağlup olmalarının sebebini anlatırken şöyle demişti o: “Hükümdarım, bunlarla savaşmak mümkün değildir. Çünkü bizim hayata koştuğumuz kadar, bunlar ölüme koşuyor; bizim dünyayı sevdiğimiz kadar, bunlar ahireti seviyorlar.”
Ammar, Yemâme'de de aradığını bulamamıştı. Rasûl-i Ekrem ona, “Ammar, senin son gıdan süt olacaktır” buyurmuştur. Ammar, bu sütü bana acaba Mûte’de mi, Yemâme’de mi, Yermük’te mi verirler diye harpten harbe koşup durmuştu. Fakat, bunların hiçbirinde ona ölüm nasip olmamıştı. Nihayet Sıffin'e kadar gelmiş, Hz. Ali'nin safında yer almıştı. O gün, yaşı 80’e yaklaşmıştı. Saçlarında siyah kalmamıştı; başı nurdan yumak gibi bembeyazdı. Akşama kadar savaşmış ve akşama doğru, “İçecek birşey yok mu?” dediğinde, bir bardak süt getirmişlerdi. Sütü görünce, “Bu, Ammar’ın son rızkıdır. Çünkü Efendimiz'den öyle işittim.” dedi. Biraz sonra insanlar güneşin gurûbuyla beraber bir başka güneşin daha gurûb edip gittiğine şahid oldular. Bu güneşin tulûu (doğuşu), Cennet yamaçlarında olacaktı. Ammar korkusuzdu. Zira O, insanın mukadder ecelinden bir saniye önce bile ölmesinin mümkün olmadığını biliyordu. Çünkü, Cenâb-ı Hakk’ın fermân-ı Sübhanîsi şöyleydi:
“Allah’ın izni olmadan hiç kimse ölemez. (Ölüm) belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya sevabını (menfaatini) isterse, kendisine ondan veririz; kim de ahiret sevabını isterse, kendisine ondan veririz. Şükredenleri mükâfatlandıracağız.” (Âli İmran, 3/ 145)
Allah, kişinin ne zaman vefat edeceğini baştan tayin etmiştir. Herkes, sırası geldiği zaman ölür. Hz. Ömer (ra), o kadar harbe iştirak eder bir şey olmaz da, mescidde namazı kıldırırken sinesinden yediği harçerle vefat eder. Halid b. Velid, ömrünü cephelerde geçirir, vücudunda yara almayan para kadar dahi bir yer kalmaz; ama bir yerde valiyken, dötek üzerinde vefat eder.
Bu noktada şunu arzetmeye çalışıyorum: Rabbin tayin ve takdir buyurduğu ecel, ne bir an geriye, ne de ileriye alınabilir. Allah, ölümümüzü ne zaman takdir etmişse, ancak o zaman ölürüz. O’nun emri ve izni olmadan, hiç bir şey olmaz. Dolayısıyla, ölümden ne geldiği zaman kaçıp kurtulmamız, ne de gelmeden evvel ona kavuşmamız mümkün değildir. Nitekim, ölümün arkasından koşanlar, ona çabuk ulaşamadı; ölümden kaçanlar da ondan kurtulamadılar. Madem ki ölüm takdir edildiği zaman gelecektir, öyle ise en mühim mes’ele, aziz olarak ölmektir. Aziz olarak ölen bir müslümanın ölümü de, en az hayatı kadar İslâm’a faydalı olur. Zira onun şerefli ölümü, arkada kalanlar için bir ibret sancağı gibi dalgalanır ve bakanlar, ondan hep ibret alır. Biz, Hz. Hamza Efendimiz’i unutmadık ve unutmamız da mümkün değildir. Nasıl unuturuz ki, O, Rasûl-ü Ekrem’in önünde doğranırken, melekler onun kanıyla göklere “Esedullah” -Allah’ın arslanı- diye yazmışlardı. Ve kıyamete kadar (Ehl-i keşf ve kerametin müşahadesiyle), ne zaman Hz. Hamza imdada çağrılsa, ruhaniyeti temessül edip karşımıza çıkar. Gözü açık olan görebilir. Rasûl-ü Ekrem’in yolunda canını vermişliğin mükâfatı olarak, nerede adı söylense orada hazır bulunur. Bu şeref ve paye, dünden bugüne, kendisini verip gönül bağladığı büyük dava uğrunda izzet ve onuruyla ölen herkeste müşahade edilmektedir.
Osmanlı beylerinden ve ilk akıncılardan olan Süleyman Şah, Murad Hüdavendigâr’ın ağabeyidir. Babasından sonra hükümdarlık, kendisine kalacaktır. Fakat O, devamlı sûrette Avrupa’ya, Bizans’ın sinesine doğru akınlar tertip ediyordu. Çanakkale’den sallarla geçmesini becermiş, Gelibolu’yu hakimiyeti altına almış, Bolayır’a kadar ilerlemişti. Herkes onun hükümdar olacağını ve birgün milletinin başına geçeceğini düşünüyordu. Ancak O, ötelerden gelen bir müjdeyi vicdanında duymuş gibi akıncı beylerini topladı ve şöyle dedi: “Şayet ben bugün ölürsem, ölümümü duyan Bizans’lılar, bundan istifadeye kalkacak ve aldığımız yerlere yeniden hücum edeceklerdir. Size vasiyetim, cenazemin başında toplanıp el ele tutuşunuz, Allah’a ve Rasûlü’ne sığınarak düşmana saldırınız. Sakın, cihaddan geri durmayanız.” Ertesi gün bir yerde, atının ayağı köstebek çukuruna girer ve mübarek şehid namzedi, altından başaşağı düşerek şehid olur. Dedikleri, aynen çıkmıştır. Beyler, onun başında toplanır ve el ele vererek düşmana hücum ederler. Bizans askerleri, bozguna uğrayıp kaçmıştır. Daha sonra ise, İslâm ordusuna şunları söyleyeceklerdir: “Her defasında önünüzde koşan o levend ve civanmert delikanlı var ya, siz bize hücum ettiğinizde o, yeşil bir sarıkla yine sizin önünüzdeydi ve yalın-kılıç bize hücum etti.” Bunun ma’nâsı şuydu: Nasıl Mus’ab şehid olduktan sonra Allah (cc), Mus’ab’ın yerine bir melek koyup savaştırmıştı; nasıl Hz. Hamza Efendimiz’in büyük kavgasını kıyamete kadar devam ettiriyordu; aynen öyle de, batının sinesine doğru Rasûl-ü Ekrem’in adını götürmek isteyen Süleyman Şah da vefat edince Allah, onun hizmetini de devam ettiriyordu. Çünkü, Kur’ân’ın ifadesiyle şehidler ölmez. Bunu, Çanakkale savaşlarında İngiliz ordusunun komutanı Hamilton da ifade etmektedir: “Biz” der, Hamilton, “Çanakkale’de sizin süngülerinizden, mavzerlerinizden kaçmıyorduk. Önünüzde, tanımadığımız, kendilerine top-tüfek işlemeyen yeşil sarıklı leventler vardı ki, biz onlardan kaçıyorduk.”
Hamilton’un anlattığı leventler, ervâh-ı şühedâ (şehidlerin ruhları) idi, onlar ki, ölümsüzlüğe erdiklerinden her zaman hayattadırlar.
Evet, mü’min izzetle ölmeyi kabul ettikten sonra, onun izzeti kıyamete kadar devam edecek ve o mensub bulunduğu dini adına hep bir şeref sancağı gibi dalgalanıp duracaktır. Böyle bir ölüm ise, ancak hayatı istihkâr ile ölümün yüzüne gülen eroğlu erlere nasip olacaktır. Cihadı ancak onlar, yani, doğuştan havari olanlar yapar. Ve onlar, sadece bir milletin iftihar anlayışına da sığmazlar; bütün bir İslâm âleminin gönlü onlara ebedî mahbes olur...
... VE ŞEHADET!.
Her amelin neticede insanı çıkardığı bir kâb-ı kavseyn, bir zirve nokta vardır. Cihadın kâb-ı kavseyni ise, şehid olmaktır. Zane, mevzû olarak bu ikisini birbirinden ayırmak da mümkün değildir. Onun için, “İslâm’ın Cihanla Hesaplaşması”nı “Şehidlik ve Şehâdet” bahsiyle bitirmek istiyoruz...
ŞEHİD ÖLMEZ
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Zira onlar, aslında diridirler; fakat siz anlayamazsınız.” (Bakara, 154)
Gözden perde kalkıp, gayb müşâhede edilebilse, şehidlerin öbür âlemde nasıl nimetler içinde oldukları görülebilecektir. Ruhlarıyla temasa geçilip kendileriyle konuşulabilse, onların ‘diriler’ için ağladıklarına şahid olunacaktır. Biz şehidlerin arkasından ağlar, geride bıraktıkları yetimleri için göz yaşı dökeriz; onlar ise, geriye dönüp dünyadakilerin perişan hallerine ağlarlar. Dünyanın bir put haline getirilişine, rahat ve rehavet içinde çeşitli sefil yerlerde geçirilen hayata, İslâm için cihad edilmeyişine, emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yapılmayışına, kapkaranlık geçen gecelere gözyaşından habersiz seccadelere ve İslâm’ın derdiyle iki büklüm olunmayışa ağlarlar. Rabb’le münasebet içerisinde, her lâhzası, her anı huzur ve saadet dolu bir hayat yaşayan esasen onlardır. Bizim yaşadığımız şu hayat, onların hayatına nisbeten bir cehennem hayatıdır. Bizi Rabbimizden uzaklaştıran, şeytanın O’nunla aramıza girmesine sebep olan şu hayat, hakikaten ağlanacak bir hayattır. Katlanmak çok zordur bu hayata. Ne acı ki biz, bu hayatı yaşıyoruz, hem de severek ve isteyerek yaşıyoruz!.. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:43 pm | |
| EFENDİMİZ ŞEHADET İSTİYOR
Allah Rasûlü, baştan sona Cenâb-ı Hakkın lûtuflarıyla çevrili en büyük peygamberdir; hamd sancağının sahibidir ve geçmiş gelecek bütün günahları, daha işin başında affa uğramıştır, yani, Cenab-ı Hakk risaleti öncesinde O’na günah işletmediği gibi, risaleti döneminde de günah işlemesine fırsat vermemiştir. O, peygamberlerin de peygamberidir. Cenab-ı Hakk’ın en sevgili kulu ve Habibidir. Efendimiz’e verilebilecek dünyevî ve uhrevî başka hiç bir paye kalmamıştır; verilebilecek herşey verilmiştir O’na. Buna rağmen, İki Cihan Serveri’nin bir arzu ve talebi vardır. Buharî ve Müslim’in rivayet ettiği hadiste, O’nun bu arzusunu nasıl dile getirdiğini görüyoruz.
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ne kadar isterdim Allah yolunda gaza edeyim, öldürüleyim, bir daha gaza edeyim, yine öldürüleyim...”
Rasûl-ü Ekrem’in temenni ve dileği bu idi. Acaba, şehadete ne ihtiyacı vardı Mefhar-i Mevcudat Efendimiz’in? “Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım” sözü başına tâç olarak konan Hz. Muhammed (sav)’in kanla abdest almasına ne gerek vardı da, şehidlik istiyordu? Evet istiyordu, zir’a insan için şehadetin çözülebileceği düğümler, mahkeme-i Kübrâ’da kazandıracağı payeler vadır. Bu pâyelerin ne olduğunu yine O’ndan öğreniyoruz. Şöyle buyuruyor: “Mahkeme-i Kübrâ ve ma’dele-i ulyâ olmuş. Herkes ciddî ızdırap içinde. Ayakların bağı çözülmüş, kalbler adeta gırtlağa gelmiş. İnsanlar boğulacak halde, sağdan soldan medet bekledikleri bir anda, birdenbire mahşer halkının yarıldığı ve ileriye doğru kanlar içerisinde bazı insanların geldiği görülecek. Boyunlarına kılıçlarını asmışlar, öyle geliyorlar. Bunlar, hesabın ve terazinin yanına gitmiyor, doğrudan doğruya Sırat’a doğru koşuyorlar. Nebiler dahi onlara yol veriyor; Melekler selâma duruyorlar. “Ya Rabbi, bu mükerrem kulların kimdir?” sorusuna şöyle cevap geliyor: Onlar eza ve cefa, mihnet ve meşakkatlerini dünyada çeken şehidlerdir. Burada onlar için hesap yoktur. Onlar, doğruca Cennet’e gideceklerdir.”
Rasûl-ü Ekrem (sav), “Ne kadar arzu ederdim bu yolda ölüp dirileyim” derken, işte bu noktaya parmak basmaktadır. Nebiler arasında da Allah yolunda cihad eden, gaza gömleğini giyen ve nihayet şehid olan niceleri vardır. Onlar, nebîliğin yanısıra şehadet şerefini de kazanmışlardır. Efendimiz (sav) de bir şehiddir. Zehirlenme neticesinde şehid olmuştur. Ama O istiyordu ki, seriyyelerin arkasında şehid olsun. Fakat Cenab-ı Hakk, O’nu koruyacağını va’detmişti, ta ki, Ümmet-i Muhammed dağılmasın. Şehidlik talebini de başka türlü kabul buyurdu ve Efendimiz, zehirlenme neticesinde şehid oldu. | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:44 pm | |
| HZ. ÖMER ŞEHADET İSTİYOR
Aklı başında her insan, bu ciddî ve candan mücadele ve mücahedenin neticesinde tâcına sorguç takma ma’nâsında şehadeti temenni etmiş durmuştur. Hz. Ömer Efendimiz de onlardandır. Hz. Ebû Bekir’den sonra Mescid-i Nebevî’de tam on sene her Cuma minbere çıktı ve Rasûl-ü Ekrem (sav)’ın ruhaniyetinin müşahadesi altında hutbe okudu. “Efendimizin ruhaniyetinin müşahadesi altında” diyorum, zira Hz. Ömer’e göre Rasul-ü Ekrem vefat etmemiştir. O, sadece hücre değiştirmiş, Hz. Aişe'nin hücresinden, saadet hücresi olan yerin altındaki hücresine çekilmiştir. Ve arkada bıraktıklarını âlem-i berzahtan, âlem-i misalden seyretmektedir.
Bir gün Ömer (ra), hutbesinde Adn Cennetinden bahseder. Onun genişliğini, kapılarını anlatır ve ardından da oraya ilk gireceklerin Nebîler olduğunu söyler. Ardından Allah Rasûlü’nün kabrine doğru tatlı bir reverans yapıp eğilir ve “Ne mutlu Sana ey şu kabrin sahibi” der. Sonra sözlerine devamla, nebîlerden sonra Adn Cennetine gireceklerin özü sözü doğru “sıddıkları” olacağını ifade eder ve yine tatlı bir reveransla Hz. Ebu Bekir’in kabrine dönüp, O’na da “Ne mutlu Sana ey şu kabrin sahibi”der. Sonra da Adn Cennetine şehidlerin gireceğini söyler. (Allah Rasûlü, Uhud Dağı lerzeye geldiğinde O’nun şehid olacağını müjdelemişti) Ömer (ra), belki de o müjdeli günü hatırlar, susar ve sözlerine biraz ara verir... Herkes, merakla Hz. Ömer’in dudaklarıdan dökülecek sözü beklemekdedir. O ise, kendi kendine şöyle mırıldanır: “Nerede şehâdet, nerede sen? O sana nasip olur mu hiç?” der. Biraz daha durur ve konuşmasına şöyle devam eder: “Seni müslümanlığa hidayet eden, seni hicretle serfiraz kılan, seni Peygambere’’ dost yapan, sana Medine’de yaşama imkânı veren Allah, inşâallah sana şehadeti de nasip eder.” Hz. Ömer’in (ra) en büyük ideali budur. O ki, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu” sözüyle serfirazdır. O ki, Allah Rasûlü’nün massettiği ledünnî ilmi ikinci derecede masseden insandır. O ki, ümmetin önünde bir kâmet-i bâlâdır. Bununla beraber O, mücadele ve mücahede dolu hayatını bir tâç halinde başına korken, şehadeti de sorguç olarak bu taca yerleştirme arzusundadır.
Bu hutbesiyle, mescidde namaz kıldırırken bağrından yediği hançerle yere serilmesi arasında ne kadar bir süre geçti bilemiyoruz. Tarih, bu mevzûda bize kat’i bir şey söylemiyor ama, muhtemelen o hutbeyi irad ettiği zaman Hz. Ömer son günlerini yaşıyordu. Ölüm temennî ve arzusu içindeydi. Artık Rasûl-ü Ekrem ve Ebû Bekr’in firakına tahammül edemez hale gelmişti. Onun için, nice defalar ellerini kaldırıp, büyük bir iştiyakla, “Allahım, Sen’den Sen’in yolunda şehâdet ve peygamberinin köyünde ölmek istiyorum” diye yaptığı dua, ağlaya ağlaya kılıp hıçkırıklarıyla arkadakileri de ağlattığı namazlarının birinde kabul oluyor ve bağrından yediği hançerle Hz. Ömer, şehidlik mertebesine ulaşıyordu.
Aslında biz, öbür aleme iştiyakla Allah için dökeceğimiz iki damla göz yaşı ve iki damla kanın O’nun yanında nasıl hora geçtiğini bilsek, güvercinler gibi kanat çırpar, o hal ve o havayı yakalamayı bin şevk ile isteyip, arzu ederdik. Ancak bu, belli bir iman ve iz’ana bağlıdır. Mevzû ile alakalı olarak Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Allah katında şu iki damladan daha sevimli bir şey yoktur: Allah’a iman ve iz’anın ifadesi olarak dökülen göz yaşı damlasıyla Allah yolunda harbederken dökülen kan damlası.” Allah, bu iki damlayı o kadar çok sever. Bu sebeple, Allah katında sevimli olan şeylere gönül bağlayan ve kendini böyle şeylere kaptıran insan, kat’iyyen bu dünya hayatının sûrî zevk ve sefalarına temenna etmez, dünya karşısında bel kırıp boyun bükmez ve bütün dikkat ve hassasiyetiyle öbür aleme müteveccih olur. Ne var ki, bütün bunlar bir irfan işidir. İnsanın irfana ermesi ise, en çetin ve zor mes'elelerdendir. Bizim anladığımız mâ’nâda irfan insanın içinde yanan öyle bir iman şem’asıdır ki, insan onun aydınlığında dünyayı gördüğü gibi ukbayı da görür. Dünyaya ait şeyleri mütalâa ve müşahede ettiği gibi, ukbaya ait şeyleri de mütalâa ve müşahede eder. O zaman insanın içinde ahirete karşı apayrı bir iştiyak uyanacak ve aklı başında olan hiç kimse, Allah yolunda mücahedeye ve bu uğurda elde edeceği şehadete hiç bir şeyi tercih etmeyecektir. Ebedî güzeli ve ebedî güzellikleri gören bir kimse nasıl olur da, fânî ve fena dünya hayatına meyleder?
Tehadet, ebediyeti yakalama garantisidir. Amr b. Cemuh ve Sa’d b. Hayseme de bu garantiyi yakalayanlardandır. Her ikisi de, oldukça yaşlıdır. Yataktan kalkacak, yolda değneksiz yürüyecek halleri yoktur. Ama cihad söz konusu olunca her ikisi de, yaralı arslanlar gibi yerlerinden doğrulmuş ve cihada hazırlanmaya koyulmuştur. Her ikisi de kendilerini cihaddan alıkoymak için,“Babacığım, sen hastasın, yolda dahi zor yürüyorsun. Bu iş, senin işin değil. Sen evde otur. Bize müsaade et, biz çıkalım” diyen evlât ve torunlarına. “Başka bir şey olsaydı, sizi nefsime tercih ederdim. Ama bu, bir şehidlik mes’elesidir; Rabb’e kavuşma ve ebedî cenneti kazanma da’vasıdır. Bu mevzûda kimse kimseyi tercih edemez.” cevabını verirler. İki ayrı evde, iki ayrı muhataba karşı aynı ifadelerle yapılan bir tartışmadır bu. İki grup da birbirinden habersizdir. Ve yine iki grup da, hakem olsun diye Allah Rasûlü’nün huzuruna gelir ve yaşlılar, gençlerden şikâyetde bulunurlar: “Ya Rasûlallah evlatlarım, torunlarım beni bırakmıyor ki şehid olayım, Senin uğrunda ruhumu seve seve feda edeyim.” Allah Rasûlü, onları teskine çalışır ama, mümkün değildir. Gözünü cennetler alemine dikmiş, bir an evvel oraya gitmek için kanat çırpıp duran bu iki yaşlı adam öyle ısrarla taleplerini tekrar ederler ki, İki Cihan Serveri, her ikisine de “Olur” demekten başka çare bulamaz. Neticede, bu iki yaşlı adam, cihada iştirak eder ve biraz sonra yüce Nebi, gözlerini yüce alemlere dikmiş, şöyle buyurur: “Amr b. Cemuh’u eğri ayakları düzelmiş Cennet’e koşarken görüyorum.” Şehidler araştırılırken, her iki yaşlı adamı da sırt sırta yerde yatıyor buldular. Sa’d b. Hayseme de, Amr b. Cemuh da Allah yolunda şehid olmuştu. Buna Allah şahiddi, Rasûlullah da şahiddi, melekler de şahiddi... Şahiddiler ki, Amr b. Cemuh ve Sa’d b. Hayseme Cennet’i garanti etmitlerdi.
İnsan, daha dünyada iken de aynı arzu ve istek dolu olan bir hayat yaşayabilir. Ölüm ve şehadet, onun için gayelerin en ulvîsi olur. Ancak bu, yukarıda da dediğimiz gibi, irfana, veraların verasını bilmeye bağlıdır. Zira buradaki ağlamalar, orada gülmek; buradaki ızdrıraplar, orada lezzetler içinde yüzmek; buradaki mahrumiyet ve sıkıntılar, orada her türlü mahrumiyet ve sıkıntıya veda etmektir. İnsan bunu vicdanına böyle duyurmalı, bu hakikatları kendisine böyle telkin etmelidir... Bunun için de mazimizi tetkik ve araştırmada çok fayda vardır. Büyük İslâm da’vasını ilk başlatanlardan bize kadar bu şuur böyle devam edegelmiştir. Onlarda canı feda etmek, âdeta bir tutku, bir arzu gibiydi. Halbuki onlar da insandı ve yaşamayı seviyorlardı. Öyleyse, onları bu yola sevkeden bir başka hakikat olmalıydı. İşte bu hakikat, ancak onların irfana ulaşmış olmalarıyla izah edilebilir. Kur’ân, bize bu irfan aşısını yapar. Allah yolunda öldürülenlerin esasen ölü kabul edilmemesi gerektiğini ilan eder. Onlar, Allah katında bizim anlayamayacağımız bir hayatla “hayy”dırlar. Bunu ise, ancak o hayata erenler anlarlar.
Cabir’in babası Abdullah, Uhud’da şehid olmuştu. Cabir, Allah Rasulü’nün huzuran gelerek, “Yâ Rasûlallah, babam vefat etti ve bana bir sürü yetim bırakıp öyle gitti. Onların bakımları da benim üzerime kaldı.. Halbuki onlara bakacak sermayeye de sahip değilim.” dedi.
Efendimiz, Cabir’i teselli için evine teşrif buyurdular. O esnada, Abdullah’ın kızı veya kızkardeşi, Efendimizin de duyacağı bir sesle odasında ağlayıp inliyordu. Allah Rasûlü, hem onlara hem de bütün müslümanlara müjde olacak şu sözleriyle Cabir ve ailesini teselli etti: “Allah, şimdiye kadar hiç kimse ile perdesiz görüşmedi. Sadece Abdullah’ı karşısına aldı ve ona halini sordu. O da Cenâb-ı Hakk’a şu mukabelede bulundu: “Yâ Rabbi! Beni dünyaya tekrar gönder. Gönder de, Senin uğrunda bir kere daha öleyim ve böyle bir ölümün ne kadar zevkli olduğunu dünyadakilere haber vereyim.”
Cenab-ı Hakk ise ona şöyled dedi: “Ölenlerin geri döndürülmeyeceğine dair va’dim var. Ama, senin bu iştiyak ve arzunu onlara haber vereceğim..” Daha sonra, “Şehidlerin ölü sayılmayacağını” ifade eden âyet nazil olur ve Abdullah ve emsâllerinin durumu bize haber verilir: “Şehidler ölmemiştir ve asla da ölmeyecektir..”
| |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:44 pm | |
| Bi’r-i Maûne şehidlerinin destanını bilmem ki bilmeyen var mıdır? Allah Rasûlü, 70 kadar kurrâ hafızı, irşad ekibi olarak Amir b. Tufeyl’in kabilesine göndermişti. Aralarında Hz. Enes’in dayısı ve Ümm-ü Süleym’in erkek kardeşi olan Haram b. Milhan da vardı. Haram, Allah Rasûlünü delice sevenlerden biriydi. Kabileye yaklaştıklarında arkadaşlarına hitaben, “Önce ben gideyim, siz burada saklanın Eğer beni dinler ve sözlerime kulak verirlerse, siz de gelirsiniz. Yok, eğer bana birşey yaparlarsa, siz kaçar kurtulursunuz” dedi. Onlar da teklifini kabul ettiler.
Haram b. Milhan, Amir b. Tufeyl’in kabilesine vardı. Önce onu dinliyor gibi yaptılar; fakat hak ve hakikatları anlatmaya başlayınca da, ansızın bir mızrakla vücudunu delik deşik ettiler. Haram b. Milhan, kanlar içinde yere serilirken adeta gözünden perde sıyrılmış ve öteleri müşahadeye başlamıştı. Herkese ahirette nasip olacak “Biz, sen(in gözün)den perdeni açtık; bugün artık gözün keskindir.” Kaf, 50/22) mazhariyeti, ona o anda nasip olmuştu. “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki, kurtuldum.” dedi. Bakışları, Cennet manzaralarına dalıp gitmişti. Kâfirler, onu öldürmekle de kalmadılar. Beraberinde gelen ne kadar sahabî varsa hepsini kılıçtan geçirdiler. Allah Rasûlü, o esnada mescidde ashabıyla beraber oturuyordu. Birden hıçkırıklar içinde hadiseyi yanında bulunanlara haber verdi ve şöyle buyurdu:
“Sizin kardeşleriniz (Maûne suyu başında) şehid edildiler. Şöyle dedi onlar: ‘Rabbim, peygamberine bizim haberimizi ulaştır... Ulaştır Sana mülâki olduğumuzu. Senin bizden razı olduğunu, bizim de Senden razı olduğumuzu peygamberine haber ver” Bazıları, bu ifadeler mensuh âyetlerdendir der. Rasûl-ü Ekrem, hadiseden sonra her gün namazda kunut okur ve bu katliamı yapanlara beddua eder. Allah (cc), bir süre bu bedduaya müsaade buyurur sonra da “Habib-i zîşanım, bu iş seni çok alâkadar etmez.” der. Yani bu iş, Allah’a aittir. O, şehid olana şehadet şerbetini içirecek ve onu aziz edecektir. Kâfiri de ebedî cehennem ile cezalandırmak suretiyle zelil edecektir. Cenâb-ı Hakk, imhal eder de ihmal etmez. Kendine gelsin, aklını başına alsın diye mehil verir fakat bir kere de yakaladı mı, iflahlarını keser. Allah yeryüzünde nice cebbarların iflahını kesmiş, nice zalimlere hadlerini bildirmiştir. Nice firavunların saraylarını altüst etmiş, nicelerini suya batırmış, nicelerinin başına gökten taş yağdırmış ve nicelerini de -Pompei’de olduğu gibi- ateşler altında bırakmış ve gelecektekilere ibret olsun diye menhus cesetlerini korumaya almıştır. Yani, Allah mühlet vermiştir ama, hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Allah Halim’dir fakat, azabı da çok elimdir. Maûne suyu başında müslüman kanı dökenler, -bilâhere İslâm'a girenler müstesna olmak kaydıyla- hep cehenneme gitmiştir. Halbuki orada şehid olanlar, cennet’i kendilerine ebedî mesken edinmişlerdir. İzzet ve şeref bu da değilse, ya nedir!.. Şehidlik, mü’minin aziz olmasının alâmetidir. Şehid, ahirette aziz bir misafir gibi izzet ve ikram görecektir. Hz. Cafer’in gördüğü izzet ve ikram bunun en çarpıcı misalidir.
Cafer b. Ebû Talib, Mute’de düşmana karşı kahramanca savaştı. Öyle ki, onu takip edenler, bir defa için olsun başını geriye çevirmediğini söylerler. Bir ara üzerine bindiği at, savaşmasına mani olur. Hemen atından iner, bir kılıç darbesiyle atının ayaklarını keser ve yalın kılıç düşman saflarına dalar. Her iki kolunu da kaybederek şehid olur. Efendimiz, Cafer’in evinde oğlu Abdullah’ı teskin ederken şöyle buyururlar: “Abdullah! Ben babanı gökte meleklerle beraber uçarken gördüm.”
Cafer, meleklere has bir keyfiyetle semada tayeran etme nimetine ermiştir. Çünkü Cafer (ra), şehadetle adeta beşeriyetten sıyrılıp melekleşmiştir.
Ebû Akil, destan bir adamdır. Bedir’de bulunmuş, ardından Rasûl-ü Ekrem’in iştirak ettiği bütün gazalara katılmış, fakat hiçbirinde de aradığını yakalayamamıştı. Şehâdeti arıyordu O. Aradığını Yemâme’de, yalancı peygambere karşı verilen kavgada elde edecekti. Yemâme, onun son günü oldu... Ancak bu son gün, sonsuza açılması bakımından sonsuz gün denmeye lâyık bir gündü. Ebû Akil, o gün kanıyla öyle bir destan yazmıştı ki, hiç bir şairin böyle bir destan yazması mümkün değildi.... Hâdiseyi bize İbn-i Ömer anlatıyor:
“Ebû Akil getirildi. Kolundan ciddi yara almıştı. Durmadan kan kaybediyordu. Onu bir çadıra alıp yatırdık. Son anlarını yaşıyordu. Bakışları meçhul bir ufka dalıp gitmişti. Ben başında bekliyordum. Birkaç dakika sonra ruhunu teslim edeceği muhakkak gibiydi... Tam o esnada İslâm saflarında bazı çözülmeler oldu. Dışardan Ma’n b. Adiy’nin sesi geliyordu. Ma’n, gür sesiyle “ Ey Ensar topluluğu, Huneyn’de olduğu gibi bir kere daha kendinizi gösterin” diyordu. Ebu Akil, bu sesi duymuştu. Birden yataktan fırladı. Kendisine mani olmaya çalıştım. Yaralı olduğunu, bu vaziyette savaşmasının imkânsızlığını anlattım. Ama o, beni dinlemedi. “Ensar çağrılıyor, ben de Ensardanım” dedi. Çadırdan çıktığı gibi düşman saflarına daldı. Arkasından takip ettim. Bir aralık, koşmasına mani oluyor diye eğildi ve ayağıyla basarak yaralı kolunu koparıp attı. Ve tekrar düşman saflarına daldı.
“Harp bitmişti. Ebû Akîl’i aradım, aradım ve bir kenarda tanınmaz vaziyette buldum. O kadar darbe yemişti ki, kendisini tanımaya imkân yoktu. Bakışları tamamen bulanmıştı. Ama nazarında Cennet’in sonsuz ufukları cilveleniyordu. Yanına sokulup, “Nasılsın?” dedim. Konuşacak tek kelimelik dermanı vardı. Belli ki, onu en mühim mes’eleye saklıyordu. “Kim galip, kim mağlup?” diye sordu. Evet, onun en mühim mes’elesi buydu. “Müjdeler olsun, Allah’ın düşmanı öldürüldü dedim. Yüzünde bir tebessüm belirdi, artık rahat ölebilirim, der gibiydi.... Parmağını havaya kaldırdı. Kıpırdamaya gücü kalmamış diliyle Cenab-ı Hakk’a hamdediyordu...”
Geldim ve olup biteni babam Ömer’e (ra) naklettim. Ayaklarının bağı çözülmüş gibi oturup ağladı... “Oğlum”, dedi, “hayatı boyunca aradığı o idi. Bedir’de aradı, bulamadı; Uhud’da aradı, bulamadı; derken, Yemâme’de Mevlâ lûtfetti.”
Şehid deyince, şehidlerin efendisi ve Allah’ın Arslan’ı Hz. Hamza’yı hatırlamamak mümkün değildir.
Hamza, Uhud gibi sarp bir yokuşa çarpınca, orada kendisine yakışır bir şekilde şehid oldu. Hiç bir şehide, hiçbir gaziye o kadar yiğitlik nasib olmamıştır.
Tarihçilerin bize verdiği bilgiye göre, o gün tam otuz üç kişiyi öldürmüş, sonra şehid olmuştu. Düşünün, ölen müşriklerin yarıya yakınını o haklıyor, sonra da vücudu paramparça hale getiriliyordu. Kızkardeşi Safiyye, onun mübarek naşının üzerine abanıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor; kimbilir belki bir taraftan da vücudundan kopan parçalarını toplamaya çalışıyordu. Bir yanda Hz. Hamza’nın hali öte yanda Allah Rasûlü’nün halası, Zübeyr’in anası Safiyye’nin hali, İki Cihan Serverine çok dokunuyor ve onu rikkate getiriyordu. Müslümanlardan yaralanmayan kalmamıştı. Altmış dokuz kadar da şehid verilmişdi. Medine’ye dönüşte herkes kendi yakını için gözyaşı döküyordu. Ölenler için ağlanıyor, yaralananlar için ağlanıyor ve yaralanıp da evinde ölenler için feryadlar yükseliyordu. O hengâmede unutulan birisi vardı ki, O’na göz yaşı döken yoktu. Şehidlerin efendisiydi ama, onun için kimse ağlamıyordu. İşte bu manzara, Allah Rasûlünü tekrar rikkate getirdi. Dudaklarından dökülen sözler, adeta kırık bir kalbin iniltileri gibiydi: “Fakat Hamza’nın ağlayanı yok” buyurdu. Sa’d b. Ubade bunu duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Koşarak Ensar kadınlarını bir araya topladı. Hepsini Hamza’nın kapısının önüne götürdü: “Evvelâ Hamza'ya ağlayın, sonra da kendi ölülerinize” dedi. Bilâhare bu bir adet haline geldi. Gerçi bu adet, günümüze kadar devam etmeyip belli bir devreden sonra kesildi. Ne var ki, kıyamete kadar bütün müslümanlar, kendi cenazelerinden evvel Hamza’ya ağlasalardı, o bile Allah’ın arslanına az gelirdi...
Terefli bir ölüm... Hakiki mü’min, izzetle ölmeyi zilletle yaşamaya tercih eder... Başımıza musallat olacak zalimlerin korkusuyla evlerimizde emniyetsiz ve huzursuz yaşamaktansa, izzetle ölmek bin defa daha yeğdir ve iyidir. Ama bu, izzeti, onuru olan, Rabbin irfan deryasına dalan insanlar için böyledir. Yaşadığı hayatı mezar taşları gibi yaşayanlar, bundan birşey anlamayacaktır.
Aslında günahlarımızın daha başka şekilde temizlenmesi çok zordur. İnsan hayata bir defa gelir ve hayat ötesi bütün saadetleri burada kazanır. Halbuki ömrümüz, günahlarla geçiyor. Çarşıda pazarda gezen delikanlı, kaç defa kadına bakıyor, kaç defa kalbine tuzak hazırlıyor, günde kaç defa ölüyor, kaç defa çirkefin içine girip çıkıyor, kaç defa çamura batıyor, kaç defa midesine haram indiriyor , kaç defa haram karşısında rükû ve secdeye gidiyor, kaç defa Rabbine karşı isyan bayrağını çekiyor, kaç defa Rasûl-ü Ekrem’e saygıda kusur ediyor, kaç defa Kur’ân’ı tanımamakla küfre dalıp çıkıyor... Böylesine günahla dolmuş cesetlerin temizlenmesi için tek garantili yol vardır: Şehadet!.. Bu duygu ve düşünce içinde bulunma, fırsat doğduğu zaman fevt etmeme, o muallâ mevkii kazanmak üzere Ebu Akil havası içinde çırpınma ve onu kazanmağa çalışma... Büyük İslâm davasını omuzlayan herkesin en büyük ideal ve gayesi budur ve bu olmalıdır. Şehâdet, bizim arzumuzdur, aşkımızdır, tutkumuzdur... | |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: CİHAD Perş. Haz. 26, 2008 9:44 pm | |
| HAYAT ŞİİRİNİN KAFİYESİ ŞEHADETTİR
Hayatını, şiir ahengi içinde salihatla geçirmiş bir insanın en son yapması gereken, hayatını şehadetle kafiyelendirmesidir. Yaşanan hayat, o zaman daha bir değer ve kıymet kazanır ve oluşturduğu bereket yumağı, Cennet bahçelerinde açıldıkça açılır. Zaten her iyi amelin Cennet’te bir karşılığı vardır. Cennet ve Cehennem bir bakıma insan amellerinin toplandığı havuzdur. İyi ve salih olan Cennet’te, kötü ve çirkinler ise Cehennem’de toplanacaktır. Bu yönüyle biz, dünyada Cennet veya Cehennem dokuyan insanlar durumundayız. Hiç şüphesiz, iyi amellerin sertâcı şehâdettir. Şehâdet, hayatını Allah’a vakfetmiş bir insanın neticede ruhunu Allah’a bir müşahid edasıyla teslim etmesidir. Çünkü onun gözü daha dünyada iken açılmış ve öteleri daha dünyada iken müşahede etmiştir. Hayıtını Allah’a vakfetmiş olmanın tûba meyvesini dünyada devşirmiştir şehid ve bu yönüyle insanlar arasında en seçkin talihlidir.
Yümünlü ve bereketli bir hayattan tam ma’nâsıyla kâm almak isteyen insan, ona mutlaka Allah için dökülen bir kaç damla kan ilâve etmeli ve şehid olmalıdır ki, istediğini en kâmil ma’nâda elde edebilmiş olsun. Neticesi şehadet olmayan hayat, ne kadar dolu yaşanırsa yaşansın, yine de bir boşluk taşıyacaktır. Şehadetten şöyle veya böyle nasibini almış bir hayat ise, boşluğu olmayan, kafiyesini bulmuş şiir gibidir. Onda bir ahenk, sevimlilik ve nizam vardır. Sırlı bir anahtardır şehadet. Göklerin ve yerlerin rahmet kapılarını ardına kadar açar o. Öyle ki, nebilerin bile hesap verdiği yerde, şehid, varıp ulaşmak istediği alemlere doğru hiç hesap vermeden geçip gider. Dokunulmazlığı vardır şehidin. Kanlı gömleği ona geçiş üstünlüğü vermiştir.
Ciddî mücadelelerin, büyük kavgaların devam ettiği bütün devirlerde, Allah’a iman eden her mü’min, hayatının son kafiyesi hep şehâdet olsun istemiştir. Zaten, Efendimizin ifadesi içinde, Allah da böyle kullarını beğenir.
Hadiste töyle denilmektedir:
“Allah (cc) bir kulunu çok beğenir. Bu kul, Allah yolunda cihada çıkmıştır. Arkadaşları bozguna uğramış olmasına rağmen, Allah’a olan iştiyakından ve O’nun yanında bulunanlara arzusundan dolayı tekrar mevzilenmiş ve bu uğurda kanını dökmüştür”. Hadisin devamı şöyledir: “Bu kulu Allah çok beğenir ve meleklerine göstererek, ‘Bakın şu kuluma, döndü ve Benim uğruma kanını döktü.’ der.”
İşte Abdullah b. Cahş da bunlardan biridir. Uhud’da İslâm saflarında dağılma ve çözülmeler olunca düşman saflarına dalmış ve kıyasıya savaşmıştır. İbn-i Cahş ile Sa’d b. Ebî Vakkas, dayı-hala çocuklarıdır. Harbin alabildiğine kızıştığı bir sırada ikisi karşı karşıya geliverir. Hadisenin bundan sonrasını Sa’d b. Ebî Vakkas bize şöyle nakleder:
“Abdullah b. Cahş, beni elimden tuttu ve hızla bir yere doğru sürükledi., Büyükçe bir taşın altına gelmiştik. Bana, “Sen duat et, ben amin diyeyim; ben dua edeyim, sen amin de” dedi. Önce ben dua ettim ve duamda şunları söyledim:
“Allahım, benim karşıma güçlü bir kâfir çıkar. Onunla kıyasıya savaşayım. Sonra onu mağlup edip sevabını alayım ve Rasûlüllah’ın karşısına gazilik şerefiyle çıkayım..” O, benim bu duama derinden “Amin” dedi. Ancak onun bakışları, daha başka bir buuda kaymıştı. Gözleri adeta etrafında olup bitenleri görmüyordu. Dua etti ve duâsında şunları söyledi:
“Allahım, benim karşıma da güçlü bir kâfir çıkar. Onunla kıyasıya savaşayım ve önce gazilik ünvanını alayım. Ardından, o beni şehid etsin. Ağzımı, burnumu, gözümü, kulağımı kessin ve Senin huzuruna öyle geleyim. Sen bana sor: ‘Abdullah, ağzını, burnunu, gözünü, kulağını ne yaptın?” Ben de Sana cevap vereyim: “Allahım, ben onlarla dünyada iken çok günah işledim. Huzuruna öyle günahkâr azalarla gelmek istemedin ve onları dünyada bırakıp öyle geldim.”
Sa’d b. Ebî Vakkas: “Ben de” diyor “beynimi donduran bu duaya “Amin” dedim. Sonra her ikimiz de düşman saflarına dalıverdik. Allah’a kasem ederim, ben ne için dua etmişsem, onu aynen gördüm. Savaş bitince de Abdullah b. Cahş’ı aradım. Baktım o da duasında istediklerini aynen elde etmişti.” Abdullah b. Cahş, hayat tiirini şehadet kafiyesiyle bitirmiş ve bu dünyadan öyle gitmişti... | |
| | | | CİHAD | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
|
|
|