| DELPHIN
|
İstatistik
|
Konu |
Yazan |
GöndermeTarihi |
|
| Paz Ağus. 30, 2009 5:57 am
|
|
| Perş. Haz. 18, 2009 2:24 pm
|
|
| C.tesi Haz. 13, 2009 3:42 pm
|
|
| Cuma Haz. 12, 2009 11:53 pm
|
|
| C.tesi Mayıs 30, 2009 5:34 am
|
|
| C.tesi Mayıs 30, 2009 4:47 am
|
|
| Cuma Mayıs 22, 2009 5:16 pm
|
|
| C.tesi Mayıs 16, 2009 8:34 am
|
|
| Perş. Mayıs 14, 2009 6:55 pm
|
|
| C.tesi Mayıs 09, 2009 10:04 am
|
|
| Çarş. Mayıs 06, 2009 12:49 pm
|
|
| Ptsi Mayıs 04, 2009 2:29 pm
|
|
| Cuma Nis. 24, 2009 9:10 am
|
|
| Cuma Nis. 24, 2009 5:57 am
|
|
| C.tesi Nis. 11, 2009 11:47 am
|
|
| Cuma Nis. 03, 2009 4:35 pm
|
|
| Paz Mart 29, 2009 11:22 am
|
|
| Salı Mart 17, 2009 2:18 pm
|
|
| Perş. Mart 12, 2009 7:15 pm
|
|
| Salı Mart 10, 2009 11:49 am
|
|
| BEYNİN VE CESEDİN KUMANDANI RUHTUR | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: BEYNİN VE CESEDİN KUMANDANI RUHTUR Cuma Haz. 27, 2008 7:51 pm | |
| BEYNİN VE CESEDİN KUMANDANI RUHTUR
İnsanda teker teker her biri bir devlet gibi çalışan 60 trilyon hücrenin bütününe hükmeden, sözünü dinleten ve hepsini bir elden sevk ve idâre makamında bulunan bir kumandan var- dır ki, o da ruhtur.
1. Bedene hâkim olan veya bedende mahkûm olan ruhtur:
Ruhun içine girdiği cisimde canlılık emareleri belirir; ruh gidince de, adem-i merkeziyet olur ve mekanizmada bozulma ve kokuşma başlar; hücreler dağılır ve çürür, herşey darmadağın olur-gider. Demek ki, ruh bir cevherdir; beyin, uzuv, duygular ve bütün bedenin faaliyetleri de, o cevherin fonksiyonlarından ibarettir. Ruh, insan vücudundaki bütün fakültelere, beynin bütün merkezlerine, ayrı ayrı bütün bölümlerine ve tüm organlara hâkim olup, onlara hayatiyet kazandırır.. akıl, kalb, zihin ve duyguları faaliyete geçirir; çünkü o, tıpkı fişleri kendisine sokulduğunda bütün sistemleri, bütün fakülteleri çalıştırıp onlara fonksiyonlarını eda ettiren, bünyesinde binlerce delik ve kontak prizi bulunan bir santral gibidir. Fişlerden birinde bir arıza ve fizyolojik bir kusur olduğunda, o fiş ve bağlı olduğu organ devreden çıkar, çalışmaz hale gelir. Sözgelimi, sinir sistemi fişlerinin ruh santraliyle irtibatının kopması neticesinde, felç ve kötürüm kalma gibi rahatsızlıklar meydana gelir. Ruh santralına uzanan kablolarda ve fişlerde, cinlerin ve sair faktörlerin sebep olduğu cinnet hali gibi, kısa devrelerin meydana geldiği de olur. Rabbinden gelen belâ ve musibetler, hastalık ve fizyolojik bozukluklar karşısında, bedene hâkim durumda bulunan ruh, bu defa bir mahkûm ve meflûç vaziyetine düşer. Zaten aslında o, kendini varedip ayakta durduran Kudret-i Sonsuz’a dayanmadığı zaman, eli-kolu bağlı bir esirdir.
2. Beynin fonksiyonları, sinir hücrelerindeki reaksiyonlarla olur:
Beynin fonksiyonları, sinir hücrelerindeki biyokimyevî reaksiyonlardır. Bu fonksiyonlar hakkında bildiğimiz, onların elektrokimyevî karekterde oluşudur. Verdiğimiz bir karar, elektrik akımlarıyla çeşitli kaslara iletilir; yani, beyinde dopa, dopamin ACTH uyarıcısı vb. maddeler reaksiyona girer; bunun neticesinde parçalanma veya birleşmeler olur. Kimi moleküller ‘yükseltgenirken’, kimileri de ‘indirgenir’. Elektronlar alınır verilir; neticede uzuvlara elektrik akımı intikal eder ve davranışlar husule gelir.
Canlı vücutlarda her altı ayda bir bütün hücreler tamamen değişir. Kanda saniyede onbin alyuvar ölüp, onların yerlerine yenileri yaratılır. Bir hücrede saniyede oniki terkip meydana gelir ve bu, saatte yaklaşık kırkbeşbin terkip eder. Yani biz, bu yönümüzle hep aynı olarak kalmamaktayız. Eskiyen gömleğimizi, ceketimizi değiştirdiğimiz gibi, sürekli etimizi-bedenimizi de değiştirmekteyiz.
Beyinde reaksiyon öncesi bazı maddeler vardır. Bu maddelerin reaksiyona girmesiyle uzuvlara intikal eden elektrik akımı sayesinde kararlar kaslara iletilir; sürekli değişen maddî eller de, bu kararları icra eder. Mes'eleyi dışa akseden bu yönüyle değerlendirir ve icraatı yürütenin gerçekte cesedimize ait uzuvlar olduğunu kabûl edersek, o zaman bugünkü hukuk düzenini allak bullak etmiş oluruz. Çünkü, böyle bir durumda, bugün tatbik edilen hukuk sisteminin yürürlükten kalkdırılıp, yerine tamamen farklı bir sistemin getirilmesi zarûridir. İsterseniz, herhangi bir mahkeme salonuna hayâlen hep beraber gidelim. Orada geçtiğini farzettiğimiz şu konuşmayı ve neticede verilen kararı dinleyelim:
Hâkim, suçluya sorar:
-Bu cinayeti ne zaman işledin? Suçlu cevap verir:
-Bir sene önce, efendim.
Karar bellidir: Suçlu affedilecektir; ve hâkim, kararı okur:
-İşlenen cinayetin üzerinden bir sene geçmiş ve şimdi o tetiği çeken parmaktaki bütün hücreler, hattâ maznuna ait bütün hücreler de esasen değişmiş bulunduğundan, cinayeti işleyen asıl katilin cezalandırılması mümkün görülmediği için, maznunun beraatına oy birliği ile karar verilmiştir.”
Tabiî ki yeryüzünde böyle bir ceza hukuku olmadığından, verilen kararın hangi maddelere istinaden verildiğini de söyliyemiyoruz.
Veya, yine hayâlî bir mahkemede yine bir cinayet suçlusunun şöyle bir müdafaa ile mahkeme heyetinin karşısına çıktığını görüyoruz:
“-Saygıdeğer mahkeme heyeti,
Evet, ortada bir cinayet vardır. Fakat bu cinayetin faili ne benim, ne de bir başkasıdır. Çünkü bir defa, bana suçu işleten, beynimdeki bir takım elektriklenme ve reaksiyonları meydana getiren molekül ve maddeciklerdir. Sonra, bu cinayet işleneli tam sekiz ay oluyor. Hücrelerimin tamamen değiştiği, sayın mahkeme heyeti üyelerinin malûmudur. Dolayısıyla, sekiz ay evvelki benden şimdi eser bile kalmamıştır. Bu itibarla, başka hücrelerin işlediği bir cinayetten şu mâsum hücrelerim herhalde sorumlu tutulamaz.“Kimse bir başkasının suçundan mes’ûl değildir” hakikatı gereğince, suçsuzluğum sâbit olduğundan beraatımı ve adaletin bu yönde tecelli edeceği hakkındaki kanaat ve ümidimi saygı ve hürmetlerimle belirtmeme müsâdelerinizi arz ve talep ederim.”
Şimdi, cezaya lâyık ve müstehak olanın ruh olduğu kabûl edilmeyecekse, benzeri bir yargılama ve müdafaa uygun değil midir? Katil hücreler çoktan sırra kadem basmış, yeni gelen mâsumlarınsa hiç bir şeyden haberi yok.. öyleyse suçları da yok. Haydi bir hata oldu ve onlar cezalandırıldı diyelim.. bu defa, cezayı altı aydan fazla çekmemeleri gerekir; zira, altı ay içinde ölecekler ve yerlerine yeni mâsumlar gelecek. Evet, insanı sadece madde olarak düşünürseniz, o zaman işin iç yüzü ve hakiki yönü bu olur; ama, insan maddeden ibaret değildir ve hâdiselerde asıl fail, bütün beden ve duygularla alâkalı sistem ve bedenî merkezleri sevk ü idâre eden, onları kumandası altında tutan ruhtur. Beden, sadece ruhun bir âletidir; dolayısıyla, ceza da ruha verilmektedir.
İnsanı, her şeyiyle maddeden ibaret görüp; onun duygu, düşünce gibi bütün mânevî yönlerini beynin fonksiyonlarından ibâret saydığımızda, emekliliğe de hakkımız olmaz.
Her şeyden önce, bir sene çalışmakla veya altı ay emek sarfetmekle emekli olmak mümkün değildir. 25 yıl çalışan bir kimse, 25 hattâ 50 vücut değiştirmişse, herhalde 50 çarpı emeklilik maaşına da kimse yanaşmaz. Sonra, haydi emekli oldunuz diyelim; o zaman da emekliliğinizin üzerinden bir yıl geçtikten sonra daha fazla emekli maaşı almamanız gerekir; çünkü, çalışarak emeklilik hakkını elde etmiş olan siz, bir sene sonraki siz değilsiniz. Gelin, en iyisi mi, bu çıkmazları bir yana bırakalım ve verilen emekli maaşı, değişip duran bedenin üstünde değişmeyen ruha, ceset elbisesinin yıpranma payı olarak veriliyor deyip kurtulalım!
3. İnsan sadece maddeden ibaret olsaydı, o zaman kendisine her yıl başka bir anne-baba gerekirdi:
İnsan, sadece değişip duran hücrelerden ve maddeden ibâret kabul edildiği takdirde, her sene başka bir anne değiştirmek zorunda kalmayacak mıyız? Annemiz, bizi dünyâya getirdikten altı ay sonra annemiz olma vasfını kaybetmeyecek midir? Ama, bizim için annemiz, her zaman aynı annemizdir; çünkü o, hücreleri altı ayda bir değişse de, değişmeyen yanıyla, evet, o muallâ ruhuyla hep, “Cennet, ayaklarının altında” olan annemizdir. Anne-babalık, evlâdlık ve kardeşlik, değişen madde ve hücrelere değil, değişmeyen ruhlara istinâd eder.
4. İnsan sadece maddî bir varlık olsaydı, o zaman ahlâkı, karakteri ve kabiliyetleri, değişen hücrelerle birlikte değişirdi:
Hücrelerimiz değişirken, ahlâkımız, karakterimiz, kabiliyetlerimiz, huylarımız, prensip ve alışkanlıklarımız, fikir ve düşüncelerimiz, his ve duygularımız, bilgimiz ve kazandığımız vasıflarımız, makam, meslek ve şöhretimiz değişen yanlarımızla değişip başkalaşmıyor.. şayet bütün bunlar, maddeye bağlı olsaydı, değişen maddî yanımız ve hücrelerimizle birlikte onların da başkalaşma ma'nâsına, değişmeleri gerekmez miydi?
Yıllar sonra gördüğümüz bir arkadaşınıza “hiç değişmemişsin” diyoruz.. halbuki, o altı ayda bir değişti. O halde, değişmeyen neresi? Belki ahlâken değişmemiştir. Değişse bile bu, tedricen yukarıya veya aşağıya doğru olmuştur. Umûmiyet itibâriyle, kazanılan iyi veya kötü ahlâk, hele meleke haline gelmişse zor terkedilir. Alışkanlıklar da böyledir. Oysa, insan maddeye bağlı olunca, bu takdirde yılda bir ahlâk değişimine uğramalı değil midir?
Yıllar süren el alışkanlığı ve geliştirilen bir kabiliyet, hücrelerle birlikte her sene neden değişmiyor? Bir kabiliyeti inkişaf ettirmek için neden yılların meşakkati gerekiyor? Ve, neden kazanılan bir sanatkârlık, bir ustalık, bir hattatlık, bir marangozluk vb. unutulmuyor?
Şahsî fikir ve düşüncelerde, tabiatıyla hücrelerin değişimine bağlı olmaksızın, zamanla değişme ve gelişmeler olabilir; fakat, vahiy ve sünnetten kaynaklananlar, kıyamete kadar değişmez. Bunun gibi, her insanın, kendine göre sabit ve değişmez kabûl ettiği prensipleri de kolay kolay değişmez; hücreler değişirken onlar aynen kalır. Peki, prensipleri belirleyen ve düşünceleri akord eden hangi kuvvettir?
İlim edinmede elde edilen bilgilerden bazıları zamanla unutulsa bile, her yıl periyodik bir değişme ve yenilenme olmaz. Bir ünvan kazanmış, doktor ya da profesör olmuş birine, “hücrelerin değişti, öyleyse ilmin ve ünvanın da kalmadı, cübbeni çıkar ve makamını terket” diyebilir misiniz?
Yoksa, insanın kazandığı bilgileri, edindiği ahlâk ve alışkanlıkları, yeni hücrelere eskileri mi öğretmektedir? Eski hücreler ölüp giderken, “vasiyetlerim” diyerek, kimyanın girift denklemleriyle formüllerini, uzayın esrarlı trafiğini, tıbbın akıl almaz âlemlerini ve fıkhın binler fetvalarını.. yeni yaratılan hücrelerin beyinlerine zerk mi etmektedirler?
5. İnsanlardaki benzer hücreler ve beyin fonksiyonlarına rağmen akıl, irade, şuur, düşünce ve fikir farklılıkları, onun durmadan değişen hücrelerine verilemez:
Bütün insanlarda, belki aynı hücrelere ve aynı beyin forksiyonlarına rağmen, her bir insanın akıl, irâde ve şuurunun değişik tarzda olması, insanlar arasında derin fikir ve düşünce ayrılıklarının bulunması, ilim, irfan ve kabiliyetlerin büyük farklılıklar göstermesi, beyindeki moleküllere ve durmadan değişen hücrelere verilebilir mi? Aynı şartlarda çalışan ve aynı hammaddeyi dokuyan tezgâhlardan aynı mallar çıkar. Kumaş fabrikası, çimento imal etmez; kimya laboratuvarında ekmek pişirilmez. Öyleyse, beyin imalathanesinde de farklı ve değişik neticelerin hasıl olmaması gerekir. Ama, işte insanlar ve işte aralarındaki bunca farklılıklar! Demek ki, her insanı kendi nev'ine münhasır kılan, sadece ruhun hususiyetidir. Beyin ve onun işleyişi aynıdır ama, kumandanlar farklıdır. Ve, bütün insanlarda umûmî kanun olarak hücreler değişip yenilenmesine rağmen, insandan insana değişen fikir ve kabiliyetler, her bir insanda hücrelere bağlı olarak değil, ancak ruhtan kaynaklanan faktörlerden dolayı değişiklik göstermektedir.
6. İnsanın, his ve idraki ile engin hakikatlere doğru pervaz ve enfüsî ve afakî tefekkürle tekâmül etmesi, Esmâ-i İlâhî’yi idrak gayreti ve irfan ve iz’an hüzmeleriyle iman peteğini örmeye çalışması da, yapısındaki moleküller ve madde ile izah edilemez:
İnsanın, eşya ve hâdiselerin o sonsuz derecedeki muhteşem güzelliklerini ânında hissetmesi, onları ma'nâ imbiklerine atıp yeni terkipler içinde değerlendirmesi, bazen bir kelime veya bir cümle ile, kitaplara sığmaz hakikatların engin ufuklarına doğru kanatlanıp pervaz etmesi, âfâkî tefekkürle yeni yeni terkiplere ulaşması, enfüsî ma'nâda alabildiğine derinleşip yeni yeni ufuklar keşfetmesi, sadece yazıp okuyanın değil, aynı zamanda yaşayan ve duyanın hallenebileceği bir eda ve hava içinde esmâ, sıfât, Zat demesi, bir âlemden yola çıkıp binlerce âlemde seyr ü seyahatta bulunması ve seyahatıyle elde ettiği irfan ve iz'an hüzmeleriyle iman peteğini örmesi.. evet, bütün bunlar, hangi moleküllerle izah edilebilir?
Duyup işittiğimiz binbir çeşit sesleri, tattığımız bunca lezzetleri, seyrettiğimiz güzellikleri, tatlı, acı, güzel, çirkin, bed, hoş diye saydığımız vasıfları, sevme, beğenme, hoşlanma, tiksinme, korkma, ürkme, şevke gelme, pişman olma, çoşma ve heyecanlanma gibi duygu ve ma'nevî faaliyetlerimizi nasıl o ölü moleküllere verebiliriz?
| |
| | | ultrAslan Admin
Mesaj Sayısı : 1864 Location : İstanbul Kayıt tarihi : 04/04/08
| Konu: Geri: BEYNİN VE CESEDİN KUMANDANI RUHTUR Cuma Haz. 27, 2008 7:51 pm | |
| Bazen insan öyle bir ruh haletine sahip olur ki, genişliğine rağmen koca dünya kendisine dar, sıkıcı gelir ve herkes, hattâ bütün kâinat onun gözünde mâteme bürünmüş görünür.. bazen de o, öyle bir hâlet-i ruhiye elde eder ki, evin dört duvarı arasında kendini cennette sanır ve çocuklarını, ailesini, komşularını, hattâ herşeyi unutabilir. Öyle zaman olur ki o, dünyâya bir top gibi tekmeyi vurur, yıldızları, galaksileri merdiven yapıp semâlara urûc eder.. ve öyle zaman da olur ki, masa başında bir kadeh veya sokakta bir bakışın tesiriyle aşağıların aşağısına iner, iner de, inişine çukurlar, derinlikler yetmez olur. İnsan üzülür, ağlar, sıkılır, dert ve ızdıraplar içinde kıvranır, ya da sevinir, güler, huzur duyar ve dünyâlara sığmaz. Yalnız kalır, kabz kabuğunda boğulur.. bir mescid veya gül bahçesi gibi arkadaşlar meclisine girer, bu defa da, üzerindeki bulutların sıyrılmasıyla, yeni açmış bir gül olur. Ne ile izah edeceğiz bütün bu hâletleri; yine moleküllerle mi?
7. Yorulan ruh mudur, yoksa ceset midir?
Kendi âlemine has faaliyetleri, seferleri, ulvî âlemlerde kanat çırpmaları, kalb ile beraber bütün lâtifelerini çalıştırıp Allah (cc) karşısında halden hale geçmesiyle ruh, yorgun düşer; ardından tekrar âlem-i şehâdet'e dönerek, meşrû dairede lâtif münasebetlerle sıklet ve tazyikini hafifletebilir. Bu, mes'elenin bir yönü; aynı mes’elenin bir de diğer yönü daha vardır ki, o da şudur:
Diyelim ki, gün boyu 8-10 saat çalışıp, yoruldunuz. Son anda birisi telaşlı telaşlı gelip, ya çok sevindirici, ya da -Allah (cc) uzak eylesin- çok üzücü bir hâdiseyi haber verdi. Bu durumda ne yaparsınız? “Dur, önce biraz dinleneyim, çünkü yorgunum” mu der; yoksa, o müthiş ve bir anda ön plâna geçen vak'anın tesiriyle bedenî yorgunluğunuzu bir kenara bırakıp, hadise mahalline mi koşarsınız? Tabiî ki, ikincisini yaparsınız. Şimdi, burada bedenî yorgunluğa rağmen dinç olan nedir ve kimdir? Evet, bazen ciddî bir hâdise karşısında insanın iki-üç gece uyumadığı olur. Meselâ, size Sultan Fâtih'in veya Hz. Hamza (ra)'nın geldiğini haber verseler, yorgunluk veya uykusuzluk ayağınıza kement olabilir mi? Şimdi, yürüyemeyecek derecede yorgun ve ağırlaşmış bulunan bu vücudu birden ayağa kaldırıp şevkle yürüten ve yorgun beyni harekete geçiren nedir?
O dehşetli muharebelerde Mehmetçiğin aylarca gözünü kırpmadığı olurdu. İki-üç kişinin kaldıramadığı gülleleri omuzuna alır ve düşmana fırlatırdı. Cesed yorgun-argındı ama ruh, bütün zindeliğiyle ayaktaydı.
8. Hücrelerimiz durmadan değişirken simamızın değişmeden kalması, herkesin kendisine has bir ruhu olduğunu gösterir:
Duvarların tuğlalarının değişmesi misâli hücrelerimiz durmadan değişip yenilendiği halde, simamız neden değişmiyor ve kaşımız, gözümüz, burnumuz, ağzımız, ten yapımız hangi plân ve programa göre sabit ve değişmez kalıyor? Sonra, bir darbe veya yara neticesi derisi düştüğünde bile parmak iziniz, nasıl oluyor da kendine has modeli koruyabiliyor? Artık ilim adamları, kişileri tanımada parmak izlerinin yanısıra, “Her insanın göz yapısı da kendine hastır” diyerek, gözleri de kullanmaya başlamış bulunmaktadırlar. Bütün bunlar, her insanın kendine has bir ruhu olduğunu ve Allah (cc)'ın kudretiyle bu ruhun, o insanın simasını ve parmak ve göz yapısını aynen muhafaza ettiğini göstermez mi?
9. Sima, ruhun değişmeyen aynasıdır:
Sima, değişmeyen ruhun aynası olduğu içindir ki, kendisi de değişmez. Evet sima, insanın ledünniyatına, ruh âlemine açılan bir menfez, bir penceredir. Yüz hatlarınız ve yüz çizgileriniz, azıcık feraseti olan bir insana, sizin ne kıymette bir ruha sahip ve hangi değerde bir insan olduğunuzu gösterir. İnsanın fizyolojik yapısı, siması, onun ruh ayarının ve ruh kıyafetinin bir kılıfı gibidir.
Siz, bir tarrakayı ifâde etmek için ‘tarraka’ gibi, ‘gürül gürül’ gibi kelimeler kullanırsınız ;-“lafız ma'nânın kalıbıdır” gerçeğine dikkatlerinizi çekmek istiyorum- aynı şekilde, vücudunuza, simanıza yerleştirilen çizgiler ve hatlar da, cesedinizin içinde yer alan ruhunuzun ve karakterinizin kalıbıdır. Feraset erbabı yüzünüze bakıp, kıymet-i kametinizi anlar. Evet sima, âyât-ı tekviniyeye ait yazılarla yazılmış bir kitap gibidir.
Vâkıa psikologlar, kişinin yazmasının, hattâ öksürüp, sümkürmesinin bile onun karakterini ele verdiğini söylerler. Bu mevzûda o kadar sağlam kanunlar vaz'edilmiştir ki, bir adamın yüzüne baktığımızda, tam olmasa bile büyük mikyasta onun kaç dirhem geldiğini anlar gibi oluruz.
Estetik ameliyat yaptıranlar, hem fıtrata müdahale cürmünü işlemiş, hem de ruhları ile olan mutabakatlarını bozmuş ve ayrıca karşılarındaki kimseleri de aldatmış olurlar. Bu bakımdan bu mes'ele, üzerinde durulmaya değer bir mes'eledir.
10. Âlem-i Emir’den gelen rûhun madde âlemiyle temas kurması, Şehadet Âlemi’ne uzanan el, kol, dil ve göz gibi maddî vasıtalarla mümkündür:
Her makam, belli bir tezahür ister. Âlem-i Emir’den gelen rûhun madde âlemiyle temas kurabilmesi için maddî vasıtalara ihtiyaç vardır; çünkü, eşya ve hâdiselerle temas kurmada sadece ruh kâfi değildir. Bedenin tek başına Misâl Âlemi’yle temas kurmas mümkün olmadığı gibi, içinde yaşadığımız sebepler âleminde de ruh el, kol, kulak, dil, göz, ayak gibi maddî sebeplere muhtaçtır.. ve, Şehadet Âlemi’ne uzanan bu uzuvlar vasıtasıyla eşya ve hâdiselerle münasebete geçer.
Ruh, merkezî bir santral görevi yaptığından, bu uzuvlardan herhangi birinde meydana gelen bir arıza sonucu, o uzva ait fiş, rûhun ilgili pirizine sokulamadığı takdirde, arada temas mümkün olmayacağından ruh, dışa uzanan o uzvunu çalıştıramaz. Meselâ, kendisiyle beynin sağ tarafına kumanda ettiği fiş çıkmışsa, o noktada ruhun teması kopmuş olacağı için felç hâdisesi meydana gelir ve artık ruh, o bölgeye hükmedemez. Haliyle, beynin yapacağı hiç bir şey yoktur.
Beynin üzerinde yapılan çalışmalar neticesinde bir takım bölgelerin uyarılmasıyla parmak ve ellerde bazı kaba hareketler hasıl edilmişse de bunlar, bir düğmeyi bile ilikleyemeyecek kadar kaba ve şuursuz hareketler olmaktan öteye geçmemektedir. Bu, aynen piyanonun düğmelerine dokunup, notasız, ma'nâsız ve karışık sesler çıkarmak gibidir. Bu sebeple beyin, piyano misâli kendisini ma'nâlı ve bir gayeye yönelik olarak harekete geçirecek irâdeli ve şuurlu bir varlığa, yani ruha muhtaçtır.
Esasen, gözleri gördüren de beyin değil, ruhtur; beyin sadece bir vasıtadır. Gözler kapalıyken rüyâda nasıl gördüğümüzü anlattık. Rüyâ dışında kapalı gözlerle nasıl görülebildiğine de bir kaç misâl verelim:
Misâlimiz yine Rusya'dan, yani madde ötesi her şeyi inkâr eden kaba bir dünyâdan olsun. ‘Rusya'da Tanrı'ya Dönüş’ adlı kitapta anlatıldığına göre, 1962 yılında, Nizhni Tagil şehrinde doktorlar Rosa isminde bir kızın gözlerini bağlayarak deneyler yapmışlar ve kızın, parmak uçlarıyla görüp, renkleri ayırdığını ve yazıları okuduğunu müşahede etmişlerdir.
İtalya'da Pesavo hastanesi müdürü Prof. Lambrozo, kendi yazdığı kitapta naklediyor: “14 yaşında bir kız hastam vardı; sinir nöbetleri geldiği zaman ne gözü görüyor, ne de burnu koku alıyordu. Bunların yerine, burnunun ucu ve sol kulak memesiyle görüyor, mektupları okuyor, ayak topuklarıyla da kokuları rahatça alabiliyordu.”
Bir arkadaşımız, “29.1.1989 günü Alman televizyonu ARD'nin birinci kanalında neşredilen bir medyumun gösterisine şahit oldum” diyor ve şunları anlatıyor: “Son derece büyük bir salon ve müzeyyen masalarda sosyeteden insanlar. Sahnede, gözü siyah bir bant ile bağlanmış bir kadın ve yardımcısı bir erkek; ikisinin elinde de mikrofon var. Medyum bir sandalyeye oturmuş; yardımcısı ise salonda masalar arasında dolaşıp herkesin yanına varıyor ve üzerlerinde bulunan eşyayı, masadaki yiyecekleri ve daha başka şeyleri mikrofonla onlara soruyor; medyûm da, uzakta bulunmasına ve gözleri bağlı olmasına rağmen, sorulanların cevaplarını en ince teferruatına kadar târif ediyordu. Meselâ adam, salonun öbür ucunda bir masanın başına geçip, “Bu masada ne var?” diyor ve kadın, başlıyor saymaya: “Kırmızı, burmalı kristal bir tabak içinde bir mum... Yanında şöyle şöyle bir tabak ve içinde şu yiyecek; sonra şu, sonra şu..” Yardımcısı, bir izleyicinin elindeki anahtarı alıp “Bu ne?” diye soruyor; medyum, belirttiğimiz gibi gözleri bağlı ve arada en az 100-150 metre var; “Bir Wolkswagen anahtarı” diyor. Hayret, bu kadar mesafeden hem de küçük bir anahtarı, ne anahtarı olduğunu bilecek kadar görebiliyor. Adam, eline küçük bir el çantası alıyor, arkası da kadına dönük ve uzakta. Soruyor, “Bu ne?” “Üzerinde dört pırlanta bulunan, siyah renkli ve içinde şu şu malzemeler olan bir çanta” diye cevap alıyor; çantayı açtıklarında, gerçekten aynı şeyler görülüyor.”
Evet, göz kapalıyken gören ne? Ruh, beyin sistemiyle birlikte diğer bütün organların baş idarecisidir. Ancak idâreciliğini yürütebilmesi için, bu âlemde geçerli olan sebeplere ve uzuvlara ihtiyacı var; ancak bu ihtiyaç da sebepler dairesi içinde ve belli ölçüdedir. Diyelim ki göz, ona bu Şehâdet Âlemi’ni seyrettiren bir pencere vazifesi görüyor; o kapansa bile insan, yine aynı vazifeyi görebilecek başka pencereler bulabilir. Bu, medyum ve yogilerdeki gibi, ya çalışmak ve cesede rağmen ruhun inkişafıyla kesbî olur; ya da Allah l(cc)’ın dilediği, istediği ruha bu kabiliyeti lûtfetmesiyle... | |
| | | | BEYNİN VE CESEDİN KUMANDANI RUHTUR | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
|
|
|