KAZÂ VE KADERİN MERTEBELERİ
A) İlm-i İlâhî açısından kaza ve kader:
İlm-i İlâhî açısından kazâ ve kader, kıyamete kadar zuhûr edecek bütün eşyâ ve hâdiselerin plân ve programlarının Allah tarafından tesbiti ve bunlara ilmî bir vücut giydirilmesidir. Kâinat yaratılmadan önce, hadisin beyanıyla, “Allah vardı ve başka hiç bir şey mevcut değildi.” Bu kevn ü fesad daha yaratılmadan, Allah muhît ve sonsuz ilmiyle her şeyi tesbit etti. Bu, her şeyin Allah’ın ilminde tesbit ve takdiriydi (Hicr, 15/21).
Allah (cc), akla gelen her şeyin verâsının verâsının verâsındadır ve O, hiç bir şekilde kullarına benzemez. Fakat, İlm-i İlâhî açısından kaza ve kaderi açıklamak için -hata olmasın- belki şöyle bir misal verebiliriz:
İnsan yapacağı bir şeyi önce zihninde kurar, tahayyül ve tasavvur eder; sonra plân, tasarı ve proje safhası gelir ve böylece ona safha safha mahiyet ve keyfiyet kazandırır. İşte bu, o insanın yapıp, madde âleminde ortaya koyacağı şeyin bir bakıma ilmî vücududur.
B) Kitabet açısından kazâ ve kader:
İlim plânında tesbiti yapılan plân ve projeler mübîn bir Kitap’ta yazılır: “O şerefli Kur’ân da Levh-i Mahfuz’dadır.” (Büruc, 85/22). Kur’ân’da buna, aralarında ufak bir fark olmakla birlikte, İmam-ı Mübîn (Yasin, 36/12) ve Kitab-ı Mübin (En’âm, 6/59) gibi adlar verilir ve başımıza gelecek herşeyin önceden bu Kitap’ta kaydedilmiş olduğu (Tevbe, 9/51) ve Kitap’ta yazılmadık hiç bir şeyin bırakılmadığı anlatılır (En’âm, 6/38). Bu esas kitaptır ve kendinde yazılı olan şeylerde hiç bir değişme olmaz. İlm-i İlâhî’nin mahlûkata müteallik bir ünvanı olan Levh-i Mahfuz, tabir caizse, asıl kütük ve orijinal ana kitap gibidir (Ra’d, 13/39). Bu kitap esas alınarak, sanki istinsahlar yapılmakta ve başka levhalara, defter ve kitaplara yansıtmalar olmakta, misaller çıkarılmaktadır.
Allah’ın (cc) bir de Levh-i Mahv ve İsbat isimli kitabı vardır ki, (Ra’d, 13/39) yazıp silmeler ve değiştirmeler bu kitapta cereyan eder.
Kitabet, İstinsah ve Çeşitleri:
Allah’ın (cc) çeşitli devrelerde değişik kitabeti vardır. Ana Kitap’tan alınan nüshaların levhaları, sayfaları, fihristleri kopyeler halinde küçük defterlerde istinsahı edilir. Teşbihte hata olmasın, meselâ nüfus dairesi’nde ana kütük bulunur; bu kütükten her bir insan için cebine koysun veya boynuna assın diye örnek bir nüsha çıkartılır. Bunun gibi, her insanın hayatı boyunca yapıp edeceği herşey Ana Kitap’ tan istinsah edilerek boynuna asılır.
İstinsah, her bir insanın hayatında yapıp edeceği şeylerin melekler tarafından Ana Kitap’tan alınıp benzerinin yazılması demektir. Bu mevzuda Kur’ân’da, “Şüphesiz Biz, yapageldiklerinizi kayd ediyorduk” (Casiye, 45/29) buyurulmaktadır.
İnsanların boyunlarına takılan kitapla, Kirâmen Kâtibin meleklerinin yazdıkları kitap arasında fark yoktur. Levh-i Mahfuz’daki Ana Kitab’ın bir nüshası olan insanın boynundaki bu kitabın (İsra, 17/13) veya nüshanın haricî bir vücudu ve hüviyeti olmayıp, sadece görülmeyen ilmî bir vücudu vardır. Dünyâ hayatında insan irâdesi devreye girer ve onun dışta ağırlığı ve hüviyeti olan davranışlarını bir kitap halinde yazarlar. Bu şekilde, insanın ileriye gönderdiği de, geride bıraktığı da hiç bırakılmadan bir bir yazılır. (Yasin, 36/12) İşte bu iki kitap birbiriyle karşılaştırıldığında, aralarında hiç bir tenakuz olmayıp, tam bir denklik ve benzerlik bulunduğu görülür. Melekler, “Bizim yazdıklarımız bunlar ya Rabbi” diyecek olsalar, Cenâb-ı Allah da “Ben de şunları yazmıştım” diye karşılık verecek; Ramazan’da hafızların okudukları Kur’ân ile takip edenlerin aynı şeyleri görmesi gibi, Allah’ın (cc) Levh-i Mahfuz’dan yazdığı ilmî vücudu olan kitapla, meleklerin insanın davranışlarını kaydettikleri ‘fiilî’ kitap arasındaki mutabakat müşahede olunacaktır. Bu da, insanın sergüzeşt-i hayatına aid her şeyin önceden Levh-i Mahfuz’da tesbit edilmiş olduğunu göstermektedir. Fakat, kader mevzuunun şu önemli noktası çok iyi kavranmalıdır: İnsan, Levh-i Mahfuz’da önceden tesbit edilip yazıldığı için öyle davranmaz; bilakis, dünyâ hayatında irâdesini kullanarak neler yapacağı önceden bilinir ve yazılır. Bunu, net ifâdelerle bir kaç cümle halinde ifade edecek olursak:
Allah (cc), sonsuz ilmiyle insanın ne yapacağını önceden bilip Levh-i Mahfuz’da yazmış ve bir nüshasını da onun boynuna asmıştır.
İnsan, bu nüshada yazılanları irâdesiyle işler.
Allah (cc), insanın işlediklerini yaratır.
Melekler de, insanın işlediklerini birbir kaydederler.
Melekler kaydeder, çünkü insanın lafzî, fiilî, iradî davranışlarıyla yazdırdığı kitabı veya çevirdiği hayat filmi öbür âlemde önüne açılıp, kendisine “Oku kitabını!” (İsra, 14/14) denilecek ve insan kendi çevirdiği hayat filmini kendi seyredip, itiraza imkân ve mahal bulamayacaktır.
Vicdanda Kitabet: Ruhlar Alemi’nde veya Misâl Alemi’nde ya da Zerreler Alemi’ndeyken bizden söz almak suretiyle Rabbimiz tarafından yazılan bu kitabın görülmez yazılarını vicdanımızda âdeta rûhun gözleriyle görür ve hissederiz. Daha sperm ve zerreler âlemine intikal etmeden evvel bütün zerrelerimize kumanda eden ruhun kendi âleminde kendi kulağı ile duyup, kendi diliyle cevabını verdiği vicdanlara kaydedilen bu kitabet, (Araf, 7/172) “Elestü birabbiküm?” - “Kalû Belâ” âleminde icra edilen kitabettir.
Cenin için Kitabet: İnsan ana rahmine düştüğü an melekler tarafından ayrı bir kitabet ve istinsah yapılır. Melekler, büyük kitap Levh-i Mafhuz’dan onun hissesine düşeni, “saîd mi, şakî mi olacağını vb.!” yazarlar (Buhari, Müslim).
C) Meşiet Açısından Kaza ve Kader:
Meşiet, Allah’ın (cc) isteme ve dilemesinin eşyaya taalluk etmesi ve taalluk ettiği zaman da eşyanın olur hale gelmesi demektir. Yukarıda ele aldığımız ilk iki mes’elede Allah’ın (cc) her şeyi ilmî plânda tesbiti ve çeşitli şekillerde yazması meşietle olduğu gibi, bundan sonraki ‘halk-yaratma’ işi de, dilemesi, yani meşietinin taallûkuyla olur.
Kur’ân’da ve kâinat’ta ‘meişet’i çok açık şekilde görür ve hissederiz. Kur’ân’da en çok geçen kelimelerden biri ‘şâe’ (56 defa) ve muzari şekliyle ‘Yeşâü’dür (116 defa). (Bk. Mu’cemü’l-Müfehres). Bu kelimelerle ifâde edilen ‘doğrudan dileme’ olduğu gibi, yaratılışa aid bütün safhaların da, O’nun meşieti neticesinde tezahür ettiği gayet vâzıh bir biçimde beyan edilir. İlerde yapmak istediğimiz bir iş için kullanmamız gereken (Kehf,18/18) ‘İnşâallah’ ibaresi de, “Allah dilerse” demektir.
Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, Kur’ân’da ‘meşiet’le ilgili olarak geçen âyetlerin sayısı pek çoktur; meselâ:
“Dilediğini yapandır” (Bürûc, 85/16). “Yerlerin, göklerin mülkü ve aralarında bulunan her şey Allah’a aittir; O, dilediğini yaratır (Maide, 5/17). “De ki: Ey mülkün sahibi Allahım, Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin” (A. İmran, 3/26). “Dilediğine azab eder, dilediğine merhamet eder” (Ankebut, 29/21). “O dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir” (Nahl, 16/93),“Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz” (İnsan, 76/30, Tekvir, 81/29).
Görüldüğü gibi meşiet, insan hayatını çepeçevre kuşatmakta ve hayatın bütün cephe ve safhalarında kendini hissettirmektedir. Ayrıca, bütün peygamberlerin beyanlarında ve Kur’ân’ın ifâdelerinde müşahede edilen de hep aynı hakikattır. Kâinat kitabında okuduğumuz ifadeler ve her bir insanın âfâk ve enfüste, yani kâinatta ve kendi nefsinde bulduğu ma’nâlar da bundan farklı değildir. Aşağıda ele alacağımız üzere, nasıl güneşin doğup batmasına müdahele edemiyorsak, aynı şekilde kalb atışlarımıza, göz kapaklarımızın hareketlerine de müdahele edememekteyiz. Birinci bölümde ele aldığımız imkân, hudûs, intizam, hikmet, gaye ve san’at delilleri, hep omuz omuza verip, bize aynı Meşiet ve İrâde’yi göstermektedir.
Allah’ın (cc) meşiet ve irâdesi, varda da vardır, yokta da; yani, Allah (cc)’ın yok olmasını dilediği yok, var olmasını dilediği de var olur. (Yasin/ 36:82). İmkân delilinde anlatıldığı gibi, âlemin ve eşyanın varlığı ile yokluğu müsavi olup, olanların olmasını, olmayanların da olmamasını tercih eden yine Allah’ın (cc) Meşieti, İradesi ve Kudretidir.
D) Halk-yaratılış açısından kaza ve kader:
İlerde yapacağımız şeyleri önceden bilir ve kafamızda tasarlarız. İkinci safhada, bu tasarılardan plân ve projeler yaparız; yani, kafadaki bu tasarıları kağıda döker, bir mühendis gibi yazar-çizer ve eğer arzu edersek, bu asıl nüshayı çoğaltabildiğimiz kadar çoğaltırız. Üçüncü safhada bu plân ve projeleri eşya halinde şekillendirmek, meselâ, bir bina veya bir başka şey yapmak isteriz. Bunu yapmadığımız takdirde ilim plânındaki tasavvurlarımıza dış elbise giydirememiş oluruz. Dördüncü safhada ise, bildiklerimizi pratiğe döker, taşıyla-tuğlasıyla, demiriyle, çimentosuyla, duvarları ve çatısıyla bir bina kuruveririz. Allah (cc)’ın yaratması bunların hiç birine benzemez ve akla gelen her şeyin verâsındadır ama, yine de O’nun (cc) ilminde her şeyin bir tasarısı ve plânı vardır ve O, bunları Levh-i Mahfuz’da tesbit buyurmuştur. Sonra, zamanın akışında yeri geldikçe bunları Kudret ve Meşieti’nin taâllukuyla İlim’den, Kudrete, ademden saha-yı vücuda çıkarır; yok iken var eder ve Ana Kitap’taki durumlarına göre, ilmî takdirden fiilen yaratma safhasına geçirir.
Bu itibarla, geçmişe uzanan zaman dilimlerinde yaratılmış bütün eşya ve hâdiseler için, “Demek ki, Levh-i Mahfuz’da böyle takdir edilmiş ve bu takdire göre de yaratılmış” deriz. Buna karşılık, göz, hayâl, düşünce ve ruhumuzun uzanamadığı, malûmatımızın ulaşıp aşamadığı zamanın gelecek dilimleri için de yine, “Levh-i Mahfuz’da nasıl takdir edilip yazılmışsa, öyle yaratılacak” veya “nasıl yaratılacaksa, Levh-i Mahfuz’da o şekilde takdir edilip yazılmıştır” deriz.
Bu noktada her müslümanın, hattâ her insanın diyeceği şudur: “Şimdiye kadar ne söylemiş, ne yapmış ve nasıl davranmışsam, hepsi de Allah’ın ilminde ve Ana Kitap’ta aynıyla mevcuttu. Gelecekte söyleyeceğim ve yapacağım her şey -ben bilmesem de- yine Ana Kitap’ta kayıtlıdır. İrâdemle ne yapacaksam, Allah (cc) sonsuz ilmiyle, geçmişimde ve geleceğimde hepsini bildiğinden “İrâdesiyle şunu şunu şöyle yapacak” diye yazmış bulunmaktadır. Ben bu yazının dışına çıkamam; fakat, onun orada o şekilde yazılmış olması beni zorlamaz; çünkü ben yaptığımı irâdemle yapıyorum ve Allah (cc) da zaten irâdemle yapacağımı ilm-î ezelîsiyle bilip yazmıştır”.
Buna göre ortaya iki tür kader, yaratma ve emretme çıkmaktadır:
1. İnsan iradesinin hiç bir tesir ve fonksiyonunun olmadığı, kâinattaki umumî kader ve yaratma (Emr-i kevnî ve cebrî hilkat) ki bu, Allah’a (cc) aittir. Allah mülkün sahibidir, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder; Fâili Muhtar’dır, neyi isterse onu işler (A. İmran, 3/40) ve kimse O’na hesap soramaz (Hud, 11/107).
Fakat Allah, mutlak ma’nâda Âdil ve Hâkimdir. Kullar kendilerine zulmeder de, Allah onlara hiç bir şekilde zulmetmez (Nisa/4:40; Yunus, 10/44; Kehf, 18/49).
Allah (cc)’ın bu şekilde, irâdemiz ve müdahelemiz dışında kâinattaki emir ve yaratmasında pek çok hikmetler, bu cebrî yaratılışta pek çok gâye, ma’nâ ve faydalar vardır. Dünyânın dönmesi elimizde değildir ama, bütünüyle lehimizedir. Güneşe, “ışık gönderme” desek bile o, yine de gönderecektir; fakat biz, onun ısı ve ışığı karşısında kendisine ne yakıt gönderiyor, ne ödemede bulunuyor, ne de vergi veriyoruz. Yani güneş, hiç karşılıksız ve tamamen lehimize çalışmaktadır. İçtiklerimizin posasını, başka bir elin mahkûmu olarak böbreklerden süzüp dışarı atıyoruz; aleyhimize mi bu? Bize hiç karşılıksız verilen 24 altın kıymetindeki 24 saatimizden sadece bir kaçını o altınları verene veriyor, ama karşılığında dünyada melekleri imrendirecek faziletlerle mücehhez bir karakter ve Ahiret’te ebedî Cennet köşkleri alıyoruz. Ne kadar büyük lütuf! Gül sîmalar arasında reftare gezdiriliyor, 20’nci asrın tufanları arasında hilâl çehrelilerle saadet semasının yıldızlarının peşisıra koşturuluyoruz. Ne de güzel bir kader!
2. İnsan irâdesinin nazara alınıp hesaba katıldığı emirler ve yaratma (Emr-i Şer’î ve Dinî): Namaz, oruç, Allah yolunda mücahede ve fuhşa girmeme gibi.
Meşiet ve halk, her iki kader ve emre de taalluk eder; yani Allah, irâdemiz dışında kâinatta cereyan eden hâdiseleri yaratmayı da, insanların irâdeleri nazara alınarak emrettiği hâdiseleri, bizzat insanların işlemeleri neticesinde yaratmayı da meşietiyle ister ve yaratır. Şu kadar ki, bu ikinci şıkta yarattığı bazı fiillerden hoşnut olurken, bazılarından hoşnut olmaz. Meselâ, namazı emreder, yaratmayı diler ve kul irâdesiyle devreye girince hoşnut olarak yaratır. Fakat, küfür ve günahı sevmez; ama insan irâdesiyle o yöne yönelince de, meşieti onlara taallûk eder ve yaratır, fakat hoşnut değildir. Bunun gibi, sözgelimi Allah (cc) fesat ve zulmü sevmez (Bakara, 2/205; A. İmran, 3/22-57); fakat insan, irâdesiyle bunlara yönelip yapmaya koyulunca da, hoşnut olmamakla beraber bunları da yaratabilir. Dolayısıyle, hayrın yanında -zâhiren veya hakikaten- şer görülen şeyleri de yaratan O’dur.
Evet, bizzat gördüğümüz ve âyetlerden de anladığımız gibi, Allah (cc) herşeyin yaratıcısıdır. Ama O, kendimizi dört-bir yandan tam bir cebrîlik ve zorlamayla sarılmış da hissetmiyelim, sebeplerin ve irâdemiz dışında cereyan eden kanun ve hâdiselerin tazyik ve hücumu karşısında boğulmayalım ve irademizi hissedelim diye bize bir menfez, bir açık pencre de bırakmış ve bizi elimiz-kolumuz bağlı, ümitsiz ve mazlum olarak şu âleme fırlatıp atmamıştır. Ve, düğmesine basınca dört bir yanımızı aydınlatacak bir ümit feneri veya bizi karanlıklardan aydınlığa, seradan süreyyaya çıkaracak asansörün düğmesi ya da koca fabrikaları çalıştıran, çarkları çevirecek ve avizeleri yakacak bir hareket düğmesi olarak bize bahşettiği bu menfez veya açık pencerenin adı, cüz’î irâdedir.