DELPHIN
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
DELPHIN


 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap
İstatistik
Konu Yazan GöndermeTarihi
Paz Ağus. 30, 2009 5:57 am
Perş. Haz. 18, 2009 2:24 pm
C.tesi Haz. 13, 2009 3:42 pm
Cuma Haz. 12, 2009 11:53 pm
C.tesi Mayıs 30, 2009 5:34 am
C.tesi Mayıs 30, 2009 4:47 am
Cuma Mayıs 22, 2009 5:16 pm
C.tesi Mayıs 16, 2009 8:34 am
Perş. Mayıs 14, 2009 6:55 pm
C.tesi Mayıs 09, 2009 10:04 am
Çarş. Mayıs 06, 2009 12:49 pm
Ptsi Mayıs 04, 2009 2:29 pm
Cuma Nis. 24, 2009 9:10 am
Cuma Nis. 24, 2009 5:57 am
C.tesi Nis. 11, 2009 11:47 am
Cuma Nis. 03, 2009 4:35 pm
Paz Mart 29, 2009 11:22 am
Salı Mart 17, 2009 2:18 pm
Perş. Mart 12, 2009 7:15 pm
Salı Mart 10, 2009 11:49 am

 

 İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ:

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
ultrAslan
Admin
Admin
ultrAslan


Erkek Mesaj Sayısı : 1864
Location : İstanbul
Kayıt tarihi : 04/04/08

İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: Empty
MesajKonu: İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ:   İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: EmptyCuma Haz. 27, 2008 8:07 pm

İRADE-İ CÜZ’İYYE BAHSİ:

A) İrade-i cüz’iyye’nin varlığına deliller:

a) Vicdan, işlediği kötülüklerin ağırlığını insana hissettirir. Evet, çok zaman insan, yaptıklarından dolayı pişmanlık duyar; ızdıraptan kıvranır, hattâ, muvazenesiz insanların bu sebeple intihara sürüklendiği bile olur. İnsan irade ve istekten mahrum olup, yaptığını cebrî bir kaderin zorlamasıyla yapıyorsa, o zaman neden vicdan azabı çeksin ve günahlarının ağırlığı altında ezilip gözyaşı döksün, istiğfarda bulunsun? Hem neden bir insanı kırdığınızda gidip kendisinden af diler ve beyan-ı i’tizarda bulunursunuz? Bütün bunlar, yaptıklarınızı bizzat dileyerek, yani kendi iradenizle yaptığınızı göstermiyor mu?

b) Söz ve davranışlarımızda, harekât ve faaliyetlerimizde hür müyüz, değil miyiz? İstediğimiz zaman elimizi kaldırıp, ayağımızı, kolumuzu, dilimizi hareket ettirebiliyor muyuz, yoksa, kollarımıza zincir, ayaklarımıza pranga vurmuş ve boynumuza da tasma geçirmişler de, ancak bunları çözdükleri zaman mı yapacalarımızı yapabiliyoruz? Oturup-kalkmak, yiyip-içmek, ya da Hak adına bir iş yapmak istediğimizde, müsbet veya menfi ma’nâda bizi zorlayan var mı? Hak ve hakikatı duyurma mevzûunda irâdemizle mi hareket ediyoruz, yoksa zorlamayla mı? Hayır, hiçbirimiz, kumanda düğmesi başkasının elinde, istenilen yöne çekilen bir robot veya -olmayan- ipimiz çekildikçe oraya buraya hareket eden bir kukla, bir piyon değiliz.

c) Tereddüt, mukayese, muhakeme, düşünüp değerlendirme ve tercih edip karar verme faaliyetleri de irâdeyi gösterir.

Güzel bir arkadaşımız güzel bir yere davet ediyor; fena birisi de aynı anda fena bir yere. Böyle bir durumda nereye gideceğimizi düşünür, mukayese ve muhakemede bulunur, neticeye bakar ve sonunda tercihimizi yaparız. Aynı şekilde, günde belki yüz kere içimizde melek ve şeytanın ters istikametteki davetleri karşısında aynı mukayese, aynı muhakeme ve aynı tercihlerle karar verme faaliyetlerinde bulunmaktayız. Zira biz, rüzgârın önünde her tarafa savrulan bir yaprak veya akıntıya kapılıp sürüklenen bir saman çöpü değiliz.

d) İşlediğiniz bir suçtan ötürü, mazlumun veya adalet mekanizmasının önünde, “ne yapayım, iradem yok ki!” diyebilir misiniz; deseniz bile, böyle bir özrü kabûl ettirebilir misiniz? Gerçek bu istikamette olsaydı, o zaman ne hükümet, ne adliye, ne polis ve ne de mahkemeler olurdu ve hayat sahnesi, ölenleri ve öldürenleriyle milyarlarca ‘kader kurbanı’yla dolardı. Oysa, insanların bir yanda faziletleri, güzel ahlâk ve davranışları, öte yanda kötü ahlâk ve hareketleriyle; bir yanda suçsuzları, öte yanda suçlularıyla; bir yanda çalışıp ter dökenleri, öte yanda miskin miskin oturanlarıyla ve hayat basamaklarında çeşitli meslek, karakter ve vazifeleriyle sınıf sınıf ve rütbe rütbe oluşları, her bir insanın, irâdesinin kavgasını vererek kendine bir yer hazırladığını göstermiyor mu?

e) Ancak, mecnun veya deli dediğimiz insanlar mükellef değildirler, çünkü onların iradeleri, bizim anladığımız ma’nâda fonksiyon ifa etmez. Bu sebeple, onların söz ve davranışlarını normal karşılamaz, “bunlar, akıllı işi değil” deriz. Nedir öyleyse bizi onlardan ayıran şey? Nedir akıllılığın hakkı? Akıl ve kalbin, düşünce ve irâdenin hakkını vermemek, ayrı buudda bir deliliğin ifadesi olmaz mı? Malın, paranın, dünyânın ve makamın delisi olmak, çok buudlu bir cinnet ifâdesi değil midir? Mefhum kargaşası içinde, akıllılık da delilik de anlaşılmaz oldu... Burada, Hasan Basri hazretlerine atfedilen şu sözün ma’nâsını bir daha düşünmek yerinde olur:

“Eğer siz Sahabe’yi görseydiniz, onlara “deli” derdiniz; onlar sizi görselerdi, “bunlar mü’min değil” derlerdi.”

f) Hayvanlarda şuur, idrak ve irâde yoktur. Onlar ‘sevk-i İlâhî’ ile hareket ederler. Meselâ arı, Allah (cc)’tan aldığı sevk ve ilham, yani sevk-i İlâhî ile (sevk-i tabiî veya içgüdü değil) peteklerini devamlı altıgen şeklinde yapar; çünkü, ne irâde sahibidir, ne de kendine değişik bir model meydana getirme kabiliyeti verilmiştir.

Bazen farkına varmadığınız, irâde dışı davranışlarınız da olur. Plânsız, programsız, düşüncesiz, fakat kafanızda binbir düşünce ile evinizden çıkarsınız.. Kalbleri doğranan, imanı alevler içinde yanan ve kendini kelebekler gibi ateşe atma cinneti içinde bulunan neslimizi ve Ümmet-i Muhammed’in hâl-i hazırdaki durumunu düşünürsünüz.. yağmur yağıyordur ama, siz yağmuru farketmediğinizden elinizdeki şemsiyeyi açmaz, yürürsünüz. Neden sonra ayağınızın yağmur sularıyla dolmuş bir çukura kaçması, ya da yanınızdaki arkadaşınızın gittikçe yükselen sesiyle daldığınız âlemlerden sıyrılıp, kendinize gelirsiniz.. tıpkı, çok zaman ümmetinin derdiyle dopdolu, başına konan işkembelerin, yüzüne atılan çamur ve savrulan yumrukların farkına ancak kızı Fatıma(r.a)’nın veya dostu Ebû Bekir (r.a)’ın ağlamalarıyla varan ve “Niye ağlıyorsun Fatıma?” “Niye ağlıyorsun Ebâ Bekir?” diye soran Kâinatın Efendisi gibi.

İrşad ve hizmet aşkıyla öylesine şahlanmış ve öylesine hizmet aşığı olmuşsunuz ki, akşam evime gideyim diye attığınız adımlarınız, bir de bakmışsınız sizi evinize değil de, bir Allah evine getirmiş...

Bu şekilde, irâdemiz dışında yaptığımız davranışları farkına vardıktan sonra değiştirmemiz de, irâde-i cüz’iyyeyi göstermektedir.

İrâdemizle yaptığımız işlerimizin de, yine Allah (cc)’ın ilim ve kudreti dahilinde olduğunu ve yine bizzat Allah (cc) tarafından yaratıldığını tekrar belirtmeye gerek yok. Evet, âyetin ifâdesiyle, bizi de, yaptıklarımızı da yaratan Allah (cc)’tır (Saffat, 37/96).

B- Cüz’î irade’nin ma’nâ ve mahiyeti:

Cüz’-i ihtiyarî de dediğimiz ‘irade-i cüz’iyye’, esasen haricî vücudu bulunmayan, itibarî bir varlığa sahip insanî bir temayül ve eğilim hissidir. İtibarî vücudu var demek, var-yok gibi bir şey demektir. Bu itibarla, vücud-u harîcisi olmadığından, ona mevcut nazarıyla da bakmıyoruz. Meselâ başımız, kolumuz ve kulağımız vardır; çünkü bunlar yaratılmış olup, haricî vücuda sahiptirler. Haricde yaratılmayan şey ise, esasen mevcud değildir. Yine meselâ, “İki gözüm var” deriz; çünkü yaratılmıştır ve vardır. Fakat, üçüncü bir gözün varlığını kabul etmiyoruz, zira yaratılmamıştır. Fakat siz, “Benim öyle bir iç gözüm var ki, onunla iki gözün gördüğünden daha ilerisini görürüm” diyebilirsiniz. Böyle bir vazife icra eden bir iç göz de olabilir; fakat, yaratılmış bir vücud-u haricîsi olmadığından, ona “yoktur” da diyebiliriz. Binaenaleyh, hakikatte bir varlığı olmadığı ve yaratılmış bir vücudu bulunmadığı için, cüz’î irâdeye de “yoktur” diyebiliriz, fakat fonksiyon, vazife ve neticesini sürekli müşahede edip durduğumuz bir meyelanı ve adeta zar gibi incecik bir tercih noktasının varlığını insana isnad etmekle de Allah (cc)’a şirk koşmuş olmayız; zaten, Allah (cc)’da kulun fiillerini bu meyelan ve tercih üzerinde yaratır ve inşâ eder.



En son ultrAslan tarafından Cuma Haz. 27, 2008 8:14 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.herkul.org/
ultrAslan
Admin
Admin
ultrAslan


Erkek Mesaj Sayısı : 1864
Location : İstanbul
Kayıt tarihi : 04/04/08

İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: Empty
MesajKonu: Geri: İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ:   İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: EmptyCuma Haz. 27, 2008 8:07 pm

Cüz’î İrade, aslında hiç bir şey, fakat belki de kendine çok şey dedirtecek bir şart-ı âdîdir. Çapı ve ağırlığı, ma’nâ ve mahiyeti ne olursa olsun, Allah (cc), cüz’î irâdeyi azîm ve cesîm icraatı için basit, âdî bir şart ve bir sebep kabul etmiştir. İrade-i cüz’iyye çok küçük, basit, zayıf ve dış âlemde yok olmakla beraber, büyük, mükemmel ve kendi üzerinde yaratılan pek mühim neticelerin de sebebi durumundadır.

Yapmak istediğiniz bir binanın plânı, kâğıt üzerinde dolabınızın çekmecesinde kaldığı sürece hiç bir fayda ve ma’nâ ifâde etmeyecektir. Ama, çekmeceden çıkarılıp ona göre bir bina yapımına başlandığı ve bina ortaya çıktığı zaman, o plân mühim bir ma’nâ ifâde edecek ve âdeta binanın temel sebebi mevkiine yükselecektir. Aynen öyle de, -lâ teşbih- insanın irâdesi, üzerinde kendine göre çok önemli hizmetler ifa edecek, belki de pek çok kötülüklere sahne olacak bir binanın yapılacağı hatlar ve çizgilerden ibaret böyle bir plân gibidir. Bu plân üzerinde binayı asıl kuracak olan Allah (cc)’tır; fakat Allah (cc), binayı kuracağında, sizin irâde-i cüz’iyyeniz olan plâna bakacaktır.. böylece irâdeniz, zatında herhangi bir kıymet ve mevcudiyet ifâde etmese de, Allah (cc)’ın yaratmasına âdî bir sebep teşkil ettiğinden, kendi çapından kat kat fazla önem kazanacaktır.

Evet, her şeyi yaratan Allah (cc) olmakla beraber, yine de hilkatte hiç bir zaman mutlak cebir değil, belki insan irâdesinin sebeb olduğu ‘şartlı cebir’ bahis mevzuudur. Allah (cc), insanın fiillerini plân mesabesindeki irâdesine göre yaratmakta ve nasıl davranacağını önceden bildiği için de, yarattıklarını tâ baştan ‘Kader Kitabı’na yazmış bulunmaktadır.

Büyük bir sarayın aydınlatılması için önce mükemmel bir elektrik şebekesinin kurulması gerekir. Fakat, avizelerin yanar hale gelip, sarayı aydınlatması için de, basit ve âdî bir şart olarak parmağın düğmeye dokunması zarurîdir. O parmak o düğmeye temas etmediği sürece, o dev ve mükemmel elektrik şebekesine rağmen saray aydınlanmayacak ve o şebeke adeta işe yaramaz bir halde bekleyip duracaktır. İşte, iman adına bir meyil ve isteği olan insan, kalb sarayındaki meş’aleleri yakmak için o düğmeye dokunacak, Allah da meşietiyle bütün lambaları yakacak ve onu aydınlıklar ülkesi Cennet’e varan yola sevkedecektir.. tabiî ki, küfür meyli olan da ona göre muamele görecektir.

Geda, fakrını, aczini ve ihtiyacını dile getiren kulluk dilekçesiyle ve gedalığına yakışır şekilde Sultan’ın kapısına müracaat etse, dilekçesine Sultan’a yakışır bir sultanlıkla cevap verilecek; bu basit ve cüz'î müracaat, gedayı kâinata sultan yapacağı gibi, ebedî âlemde de dünyâ sultanlarına taç giydirir hale getirecektir. Yine, bir üfürmekle yıldızların dağılıp saçılmasını, bir kaşık su ile ummanlara sahip olunmasını, bir damla ile arz yüzünün boyanmasını ve bir asansör düğmesiyle galaksiler ötesine yolculuk yapılmasını da aynı zâviyeden düşünebiliriz.

Demek ki, küllî irâde cüz’î irâdeye bakmakta olup, cüz’î irâde de çok büyük neticelerin yaratılması için âdî ve basit bir şart hükmündedir. Evet, görülüyor ki insan, kader önünde eli kolu bağlı robot gibi cebren hareket ettirilen, hele bazı edep bilmeyenlerin iddia ve ifâde ettikleri gibi, “Kader kurbanı, kaderin mahkumu, zalim feleğin mazlumu” bir varlık değildir. Ne var ki -hakkını inkâr etmemekle birlikte- irâde de kendi adına hiç bir şeye sahip çıkmamalıdır. Çünkü, gayet âdi, basit ve küçük olan insan irâdesiyle, son derece büyük olan neticeler arasında herhangi bir tenasüb ve uygunluk mevcud değildir. Evet, küçük bir düğmenin koca bir sarayın aydınlatılmasında veya yine bir düğmenin insanın galaksiler arası seyahat yapmasındaki rolü ne kadar olabilir..? Öyleyse, meydana gelen hareketi yaratan ve çok küçük, zayıf ve basit sebeplere azîm ve cesim neticeler terettüp ettiren bir Zât vardır ve O, herşeye hakimdir. İrâde, ihtiyar ve çapımıza göre cüz’î bir kudretimiz olsa bile, kâinat çapında teşhir edilen tecelliler içinde bize düşen pay, milyonda bir bile değildir. Bu ve bunun gibi, bize karşılıksız hibe edilen lütufları saymanın üstesinden gelemeyiz (Nahl, 16/18). Allah (cc) bizden, kendimize düşenle, Zât-ı Ulûhiyeti’ne düşeni ayırmamızı istese, herhalde kendimize en yakın bilip, “sahibiyiz” dediğimiz ‘ben’ dahil, elimizde ‘sıfır’dan başka bir şey kalmayacaktır.

Meselâ, her gün menşeini ve âkibetini hiç düşünmeden yediğimiz bir lokma ekmekteki payımız ne kadardır? Her şeyden önce, o lokmanın ana kaynağı toprağı var eden ve ekime müsait hale getiren kimdir? Toprağa atılan buğday tanesini yaratıp, ona çimlenme, başak verme ve nihayet ekmek olma yolunda nemi, havayı, bulutu, yağmuru, rüzgarı, ısı ve ışığı halkeden kimdir? Hattâ, tanenin toprak altındaki macerasını; toprakla içli-dışlı olmasını, gübreyle tanışmasını, bakterilerle dost ve kardeş olmasını tanzim eden kimdir? Sonra, toprağı sürme, ekip biçme, ürün alma ve taneyi un haline getirip ekmek yapma ilmini, kabiliyet, güç ve kuvvetini bize kim verdi, kim öğretti? Öğrenmek ve bütün bu işleri yapmak için lüzumlu aklı, düşünceyi, beyni, kas ve kemikleri bize hediye eden kim? Lokmayı ağzımıza götürüp çiğnemek ve sonra vücudumuza yarayışlı hale getirmek için gerekli olan el, kol, dişler, birtakım bezler ve yutaktan yemek borusuna, mideden bağırsaklara ve pankreasa kadar bütün uzuvlar kimin eseri ve kimin emriyle çalışıyor? Lokmanın tadı ve dilimizin o tadı alma fonksiyonu nereden geliyor? Hem, bizden habersiz lûtfedilmiş olan acıkma ve doyma hissinde irâde ve kudretimizin ne dahli var? Sonra, o lokma ile beden arasındaki sıkı hayatî ilişkiyi tanzim eden kim? Lokmanın kan, gıda ve hücrelere yapı taşı oluşundaki kompleks keyfiyet ve kompleks faaliyet kimin eseri? İşte böyle, bir lokma için zeminden âsumana, soğuktan sıcağa, güneşten diğer sistemlere, yağmurdan kara kadar nerdeyse bütün kâinat iş birliği yapıyor ve bu işbirliği en dakik biçimde vücut mekanizmasıyla birleşip, bütünlük kazanıyor... Acaba, bu sergüzeşti içinde lokmanın masrafı ve fiatı nedir? Dünyâdaki gelmiş geçmiş ve gelecek bütün insanların serveti bir araya getirilse, bu masrafı ödemeye kâfi gelir mi? Ve, bu sergüzeşt içinde bizim payımız ne kadardır, hiç düşündük mü?!.

Lûtfedilen ve daha da lûtfedilecek bunca nimeti acaba hangi ibâdetimiz karşılayabilir? Bir günlük cüz’î bir ücret için sekiz saat yorucu bir mesai yapmıyor muyuz? Yeryüzünde üzümün kendi değil de sadece resmi mevcud olsaydı, bütünüyle insanlık olarak gücümüzü, kabiliyetimizi ve servetimizi birleştirerek, bir salkım gerçek üzüm elde edebilir miydik? Oysa, Allah (cc) bütün nimetleri karşılıksız vermiş ve vermektedir de; karşılığında istediği nedir? Meselâ, bir çuval buğday için bin rek’ât namaz emredebilir, insanlar da açlıktan ölmemek için bu emri mecburen yerine getirirlerdi. Kuraklık zamanında dağlara, sahralara çıkıp, dualar ediyoruz; ya her damla su bir rek’ât namaz karşılığı olsaydı, milyonlarca rek’âtı eda etmekten başka ne gelirdi elimizden? Çölde kalıp, ciğeri yanmış bir insana bir şişe suyu keselerce altına satamaz mısınız?

Efendimiz (sav)’in ifâde buyurdukları üzere, vücudumuzdaki her bir eklemin şükrünü ne ile ödeyebiliriz? Hastanelerde idrarını yapamayan, kolunu, bacağını ya da gözünü kaybetmiş veya kendilerine patatesten başka bütün yiyeceklerin yasaklandığı insanlar görürsünüz. Şimdi, sıhhatin şükrü nasıl eda edilebilir, düşünün! Mü’min ve müslüman olmanın, mü’min insanlarla bir arada bulunmanın mukabilinde nasıl teşekkür edilmesi gerektiğini tefekkür edin! Sonra, kulluğumuzu hakkıyla yapamamanın murakebe ve muhasebesiyle, Cennet’i müşahede nimetini hesab edin.! Bütün bu nimetlere Allah (cc)’ın sonsuz rahmetinden ve bu rahmeti harekete geçiren acz, fakr ve hiss-i ihtiyacımızdan başka ne ile hak kazanabiliriz? {Ya Rabb, bizi Sana kulluktan ırak etme, Sırat-ı Müstakim’den ayırma ve Habib-i Edibi’nin izinden ve Sünneti’nden mahrum etme! (Âmin)}

Herhalde, sahip olduğumuz irâdeyle, perverde kılındığımız nimetler arasında herhangi bir tenasübün olmadığı anlaşıldı. Gerçek bu iken, Allah (cc), sonsuz merhametiyle bizim için çeşitli vesileler yaratmış ve o küçücük ve incecik cüz’i irâdemizi Cenneti’ni lûtfetmeye sebeb-i âdi kılmıştır. “Allah!” diye inleyip, “ah!” ile bir buhurdanlık gibi kaynayınca, Allah (cc)’ın affına mazhar olursunuz. Ebediyyen iman, sebat ve azm niyetiyle bir defa “Lâ ilâhe ill’Allah” dersiniz, Allah (cc) da “Cennetimi size vacip kıldım” karşılığında bulunur. İşte, dilde kolay, mizanda ağır ifâdeler ve işte cüz’î irâdemiz, işte neticesi!.

Netice olarak, her ne kadar şudur diyemesek de, cüz’î irâde, varlığı bedihi ve açık ama, mahiyeti ve ağırlığı bizce meçhul bir meyelandan ibarettir. Hariçte elle tutulur ve gözle görülür bir mevcudiyeti yok; ama, kendi var olan bir sır.. belki, insana göre beyin ne ise, ruha göre de irâde odur
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.herkul.org/
ultrAslan
Admin
Admin
ultrAslan


Erkek Mesaj Sayısı : 1864
Location : İstanbul
Kayıt tarihi : 04/04/08

İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: Empty
MesajKonu: Geri: İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ:   İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: EmptyCuma Haz. 27, 2008 8:08 pm

KADER-İRADE MÜNASEBETİNDE ORTA YOL

Kader mevzuunda zihinleri en fazla meşgul eden husus, kaderle insan irâdesinin tevfiki mes‘elesidir. Bir yanda, kaderi tenkide varan, zorlayıcı, bağlayıcı ve insanı bir kurban ve mahkûm durumuna düşürücü kader anlayışı, öte yanda, kaderi de, yaratmayı da tamamen insana veren kıt anlayış.. bu her iki anlayış da, bulundukları uç noktalarda kaderin ve irâdenin hakkını vermekten çok uzaktırlar. (Cebriye ve Mu’tezile). Halbuki kader adına gerçek, bu ikisinin tam ortasındadır. Yani, yukarıda izahına çalıştığımız gibi, hem bütün kâinatta ve insan hayatında kaderin hâkimiyeti bahis mevzûudur; hem de insan meyil, niyet, düşünme, muhakeme, mukayese, tercih ve karar verme adına cüz’î bir irâdeye sahiptir. Öyleyse, mes’ele terazinin iki kefesi gibi ele alınmalı ve denge sağlanmalıdır.

Kur’ân, peş peşe iki âyette, iki makamı birden cem etmek suretiyle mes’eleyi halletmektedir. Tekvir suresi 27 ve 28. nci âyetlerde “O (Kur’ân) alemlere ancak bir öğüttür.. sizden istikamet üzere olmayı dileyen için” buyrulurken, hemen arkadan gelen 29.ncu âyette ise, “Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” denilerek, her şeyi dileyenin de yine Allah (cc) olduğu, fakat bu meşietin, insana da bir meyil ve isteme hakkı verilmesine aykırı bulunmadığı ifâde edilmektedir. Bir başka âyette, “Allah, sizi ve bütün yaptıklarınızı yaratandır” (Saffat, 37/96) buyrularak, yaratma ve var etmenin tamamen Allah (cc)’a aid olduğu beyan edilmekte, daha başka âyetlerde ise, “İnsana çalıştığından başkası yoktur..! Allah yolunda mücahede edin.! Cennet’e koşun.! Allah’tan vesile isteyin.! okuyun, yazın, düşünün!” şeklindeki beyan ve teşviklerle, insanın kader karşısında eli-kolu bağlı bir mahkum olmadığı ve âdi bir şart olarak irâdenin kullanılması gerektiği belirtilmektedir. Bazı âyetlerde bu, daha da vazıhtır: “Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım” (Bakara, 2/40). “Siz Allah’ın (Dini’ne) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder” (Muhammed, 47/7).“Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez” (Ra’d, 13/11). Öyleyse, ‘mutlak cebir’ cemâdat, nebâtat ve hayvânat, kısaca irâde sahibi olmayan varlıklar için olup, insanlar ve cinler için ise, ‘şartlı cebir’ vardır. Şu kadar ki, cüz’î irâde ve neticelerini yaratmak; bütünüyle Allah (cc) tarafından önceden yazılıp çizilmiş ve Kader Kitabı’nda harfi harfine tesbit edilmiştir.

a) Allah (cc), irâdemizle nasıl davranacağımızı önceden bildiği için kaderimizi öyle yazmıştır:

Önceden izah edildiği gibi, kader insanı belli bir istikamette davranmaya zorlamaz; bilakis, kulun neyi nasıl yapacağı önceden Allah (cc) tarafından bilindiği için, kaderi de öyle tesbit edilir. Yani, kader ilim nev’inden olup, irâde ve kudret nev’inden değildir; ilim ise malûma tâbîdir. Ancak, Allah'ın ilmi için tâbî demek doğru da olmayabilir.

Kaderin ilim nev’inden olması demek, herşeyin Allah (cc)’ın ilminde kesilip biçilmesi ve tayin, tesbit ve sonra da bir plân ve proje haline getirilmesi demektir. Bilmek ayrı, bilineni yapmak, yani dış âlemde tezahür ettirmek ayrıdır. Zihnimizde ne kadar plân, proje çizersek çizelim, bunlar hiç bir zaman, meselâ bir fabrika veya bir ev olmayacaktır. İlmin malûma tabi olması da, bir tasarı veya plânın dışta, yani pratikte alacağı şekle bağlı olması demektir. -Lâ teşbih vela temsîl- Allah (cc)’ın ilminin bir ünvanı olan kader de, böyle bir plân ve proje gibidir ki, bu plân veya proje pratikte insanın irâdesiyle yapacağı fiillerle şekil ve hüviyete ulaşır. Bu, kâğıt üzerinde görülmeyen yazıların, o kâğıda kudret ve irâde eczasının sürülmesiyle vücut bulması gibidir. İnsan, cüz’î irâdesiyle teşebbüsde bulununca, Allah (cc)’da, kağıttaki görünmez yazılara Kudret ve İrâdesiyle tecelli eder ve böylece kağıttaki yazılar dışta bir vücud ve şekil alır. Şu kadar ki, Allah (cc), insanın irâdesiyle neler yapacağını önceden bildiğinden, hepsini önceden tek tek defterine yazmış bulunmaktadır.

İzmir-Ankara arasında çalışan bir tren düşünün. Bu trenin hangi saatlerde hangi istasyonlarda olacağı dakikası dakikasına tesbit edilip, bir vakit cetveli halinde asılmıştır. Tren, bu vakit cetvelinde yazılı olan saatleri hiç şaşırmadan varacağı istasyonlara varır. Halbuki trenin hızı, üzerinde gideceği demiryolunun çeşitli hususiyetleri, trenin ne kadar yolcu veya yük alabileceği, yani taşıma kapasitesi, yol boyunca bulunan istasyonlar ve hattâ mevsimler ve hava durumu trenin seyahatına tesir eden faktörler olup, bütün bu faktörler de, vakit cetvelini hazırlayan ilgili büro tarafından bilinmektedir. Şimdi tren, vakit cetvelini hazırlayan büro yazdığı için mi belli saatlerde belli istasyonlara varmaktadır; yoksa, sözünü ettiğimiz bürodan bağımsız faktörlere göre mi trenin seyahatı düzenlenmiştir? İşte, irâdenin durumu da böyledir.. ve o, kaderin mutlak mahkûmiyeti altında değildir.

Güneş tutulması gibi astronomik hâdiseler önceden tesbit edilip takvimlere ve ilmî raporlara saati saatine, dakikası dakikasına kaydedilir. Şimdi, güneş ya da ay tutulması, takvimde yazıldığı veya ilim ehlince tesbit edildiği için mi o saatte ve o dakikada gerçekleşir; yoksa o saatin o dakikasında gerçekleşeceği için mi takvimlere yazılır veya ilim adamlarının raporlarına geçer? Güneş veya ay, takvimlerde yazıldığı için tutulmuyor, bilakis tutulacağı için takvimlere yazılıyor. İnsan, yaptığını Allah (cc) kaderinde yazdı diye yapmaz; insan yapacağı için Allah (cc) yazar. İnsanın irâdesini kullanarak yapacağı her şeyin kaderî olarak yazılması, irâdesini kullanmasına nasıl mâni değilse, insanın irâde sahibi olması da, yapacağı şeylerin önceden kader halinde yazılmasına aynı şekilde mani değildir.

b) İradenin hesaba katılmadığı tek yönlü bir kader, bahis mevzûu olamaz:

Kader mevzûunun nirengi ve can alıcı noktası diyebileceğimiz husus şudur: Allah (cc), sonsuz ilmiyle olacağı olmadan evvel bilip Kader Kitabı’nı yazarken, insanın kesbi veya o kesbi meydana getiren irâdesi bu yazının haricinde ve devre dışı bırakılmamıştır. İnsanın yaptığı şeydeki payı, kesb, yani düğmeye dokunmak, Allah (cc)’ın ise yaratmak, meydana getirmek, neticeyi hasıl etmekdir. İşte, bu ikisinin aynı zamanda beraberce tesbit edilip yazılmasına ‘Kader’ diyoruz.

Yan odada göremediğiniz, fakat ‘tik tak’ sesini duyduğunuz bir saat düşünün. Size, bu saatin çalışıp çalışmadığı sorulsa “evet, çalışıyor” diye cevap verirsiniz.. ve artık size “ bir bak bakayım, akrep ve yelkovanı da dönüyor mu?” denmez. Saatın çalışması, akrep ve yelkovan hareketi de içinde olmak üzere, bütün mekanizmanın devrede olması demektir; ya da tersinden bir deyişle, akrep ve yelkovanın durmadan dönüp saatleri göstermesi, saatin çalıştığına ve çarkın da döndüğüne delâlet eder. Aynen bunun gibi, kader varsa irâde de vardır veya irâdeyi ele almak istiyorsak, ancak kaderle birlikte ele alabiliriz.

Şu halde, insan kaderin önünde eli-kolu bağlı bir robot değildir. Yani insan, bir örümcek ağı gibi kaderin ağlarıyla sarılmış, elleri arkadan kelepçelenmiş, idam fermanı boynuna asılmış, soluk alamaz hale getirilmiş.. veya denize atılmış, sonra da kendisine, “sakın ıslanma!” denerek alaya alınmış zavallı bir mahkûm değildir. Evet, kader bu olmadığı gibi, insan da o kader rüzgârının önünde savrulup duran kuru bir yaprak değildir. İslâm’ın her mes’elesinde bir itidal ve istikamet vardır. Mesela, olur olmaz heryerde öfkelenme bir ‘ifrat’ ise, her söz ve davranış karşısında susma da bir ‘tefrit’tir. Hiç evlenmeyip, kadını adeta inkâr etme bir tefritse, önüne gelen her kadından istifade düşüncesi de ifrattır. Kapitali totemleştirme ‘ifrat’sa, bunun tam tersi, servete hayat hakkı vermeme de bir ‘tefrit’tir. İşte, kader mevzuunda her şeyi insana verme ve “İnsan kendi fiilini kendi yaratır” (İ’tizal) deme ifrat ise, bunun tam zıddı, “Kulun, kendi fiilinde hiç bir dahli ve fonksiyonu yoktur” deyip, insanı kader karşısında hiç bir uzvunu oynatamaz felçli duruma düşürmek de (Cebriyecilik) tefrittir. Bahsimiz boyu görüşlerine tercüman olmaya çalıştığımız Ehl-i Sünnet ise, “Kesb ve irâde kuldan, yaratma ise Allah (cc)’tandır” diyerek, bu mevzûda da hakikatı ve i’tidal yolunu ortaya koymuştur.

Hidayeti de dalâleti de, sevabı da günahı da yaratan Allah’tır (İbrahim, 14/4). Hidayet ve dalâlete, sevaba ve günaha sevketme ve bunları yaratma on tonluk bir yükse, bunların yaratılması tamamen Allah’a aid olup, kula düşen gramla ifâde edilebilecek bir miktar, ama neticesi büyük bir miktardır. İnsan câmi, mescid veya Allah evlerinden birine gelmek istek ve niyeti taşıyıp, o yönde bir tercih ve meyil ortaya koyduğunda, Allah (cc) da onu arzu ettiği o büyük ve mühim neticeye götürür. Bir sohbet dinlemesi, ya da temiz bir arkadaşın dizi dibinde Allah (cc) hakkında malumat edinmesi, hidâyete sevkine bir vesile olabilir; çünkü düğmeye dokunmuştur artık. Öte yandan, meyhaneye gitme niyeti içinde yolu veya meyli o yöne olan bir insanı da Allah (cc) dalâlete sevkedip, o yolda batırabilir, ama, dilerse batırmayabilir de. Allah (cc) ve Rasûlü (sav) hakkında sarfedilen çirkin bir söz, Allah (cc)’ın Mudill (dalâlete götüren) isminin tokmağına dokunmak olabilir ve niyetine göre ona cevap verilince de haksızlık yapılmış olmaz. Kısaca, hidâyet ve dalâlet yollarından birini tercih eden insan, tercih edip yöneldiği yolun encamına ve neticesine vardırılır; vardıran Allah (cc), varan ve varmaya meyleden kuldur.. ve amelinin cinsine göre de öbür âlemde ceza veya mükâfat görecektir.

c) Kader, sebeple müsebbebe bir bakar; irâdenin elinde bulunan malzeme ve vasıtalar da Kader Kitabı’nda yazılıdır:

Bir kaza, bir ölüm, kısaca üzücü bir hâdiseden sonra çok defa “Keşke oraya gitmeseydi, keşke tüfeği eline almasaydı; keşke bu kadar sürat yapmasaydı!” gibi sözler sarfederiz. Oysa, kaderde hâdiseyle birlikte, o hâdiseye yol açacak amiller ve insan irâdesi dahilinde bulunan sebeplerle, dahilinde bulunmayan sebepler birlikte yazılmış, yani, her hâdise, hayatın her ânı bütün yönleriyle ve teferruatıyla kaydedilmiştir.

Sözgelimi, bir insan, irâdesini kullanarak tüfekle bir başkasını öldürmüşse, bu hâdise Allah (cc)’ın ezelî ilminde vukuundan evvel görülüp bilinmiş ve ikisi birlikte kaydedilmiştir. “Tüfeği kullanan bu işi irâdesiyle yapacak, tetiği parmağıyla çekecek ve neticede diğeri ölecektir” diye önceden yazılmıştır. Öldürmede kullanılan veya ölüme sebep olan kurşunun atıldığı tüfeği ve parmağı oynatan sebebi ortadan kaldırınca, karşıdakinin ölümüyle ilgili takdir nasıl ve ölümüne sebep başka ne olabilirdi? Diyelim ki, “Trafik kazasında ölebilirdi.” O zaman da, onun ölümünün trafik kazasından olacağı yazılmıştır deriz. Bir başka sebep gösterilip, meselâ, hastalık dense, o zaman da, netice olan ölümün, hastalıkla beraber yazıldığını söyliyecektik...

d) Netice olarak, kader irâdeyi te’yid eder ve ikisi omuz omuzadır. Ne irâde kaderi, ne de kader irâdeyi nefyeder.

Mevzûyu net cümleler halinde ifâde edecek olursak:

1. Kâinat’ta İlâhî bir kader ve program hakim olup, insanda da bir irâde ve meyil vardır.

2. Allah (cc), sonsuz ilim sahibi olduğundan, geçmişi, hazır zamanı ve geleceği bir nokta gibi görür ve bilir.

3. Allah (cc), gelecekte vukû bulacak bütün hâdiseleri muhtelif kitaplar halinde kaydeder ve yazar.

4. Biz yaptıklarımızı Allah (cc) öyle yazdı diye yapmayız; bilakis, Allah (cc) önceden irâdemizi hangi yönde kullanacağımızı bildiği için öyle yazar.

5. Allah (cc), kaderimizi yazarken irâdemizi dışta tutmaz ve onu nasıl sarfedeceğimizi hesaba katarak yazar.

6. Allah (cc), engin rahmetiyle bize lûtfettiklerinden ayrı olarak, irâde düğmemizi yolunda kullanmamızın neticesinde de Cennetler va’d etmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.herkul.org/
ultrAslan
Admin
Admin
ultrAslan


Erkek Mesaj Sayısı : 1864
Location : İstanbul
Kayıt tarihi : 04/04/08

İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: Empty
MesajKonu: Geri: İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ:   İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: EmptyCuma Haz. 27, 2008 8:08 pm

KADER, KAZÂ VE ATÂ KANUNLARI

Kazâ, Levh-i Mahfûz’da, yani Ana Kitap’ta Allah (cc)’ın takdir buyurduğu hükümlerin, mevsimi gelince kulun da irâdesiyle edâ ve icra edilmesi, yani takdirin infâzıdır.

Atâ, ‘verme’ kökünden Arapça bir kelime olup, Cenâb-ı Hakk’ın vergisi, ihsanı, lûtuf ve bahşişi demektir.

Levh-i Mahfûz’dan ayrı olarak, Allah (cc)’ın bir de Levh-i Mahv ve İsbat’ı vardır. ‘Levh-i Mahfûz’, daha önce sözünü ettiğimiz gibi ‘İmam-ı Mübin’ veya ‘Ümmü’l-Kitab’ olup, kendinde değişme ve silinme olmaz. Levh-i Mahv ve İsbat ise, “Allah dilediğini siler, mahveder; dilediğini de yerinde bırakır; Ana Kitap O’nun katındadır” (Ra’d, 13/39) âyetinde ifâde olunduğu üzere, Allah (cc)’ın ‘atâ’ kanunuyla takdiratından bazısını değiştirip, infaz buyurmadığı kitabının adıdır.

Atâ kanunu kazâyı bozar. Meselâ, hakkındaki takdirin infaz edilebileceği, yani kazâ buyurulabileceği herhangi bir kul, kendine has bir lâtifeyi kullanarak Allah (cc)’la münasebete geçer, kurbiyet kazanır.. veya dua ve sadaka gibi Cenâb-ı Hakk’ın hoşuna gidecek bir amelde bulunup, O’na yaklaşır ve kazandığı bu kurbiyetten dolayı Allah (cc) kendisine husûsî bir atâ-yı şâhânede bulunur ve hakkındaki bir kazâyı infaz etmeyip, lehinde değiştirir.

Meselâ, kul bir günah yerine gitmek niyet ve meyliyle evden çıkar.. o bu niyetle irâde düğmesine dokunduğu için, Allah da meylinin neticesini yaratacak ve onu irâde ettiği yere götürecektir. Fakat, o kulun güzel bir hali, Allah (cc)’ın hoşuna gidecek bir tarafı, sözgelimi gecesinin zülüfünde iki damla gözyaşı ya da arabasıyla bir-iki arkadaşını bir sohbete götürüşü vardır da, bunlar Rahmet-i İlâhî'yi ihtizaza getirmiştir ve Allah (cc) da yolda o kulun karşısına kendisini günah mahalline değil de gülzâra götürecek bir arkadaş çıkarır ve kulun iradesiyle hak ettiği hükmü değiştirir. İşte, Allah (cc)’ın sebepli sebepsiz kulu hakkındaki bir hükmü veya bir kazâyı onun lehinde değiştirmesi, O’na ait bir atâdır.

Bu değiştirmesinden dolayı Allah (cc)’a, “Niyet ettiği halde, neden o kulun meyhaneye gitmesine müsaade etmedin?” Neden hakkındaki kazâyı atâ ile değiştirdin?” diye sorma hakkımız yoktur. O, dilediğini dilediğine dilediği kadar lûtfeder; dilediğini hidâyete, dilediğini dalâlete sevkeder. Bu sebeple, bizim bütün hasenatımız Allah (cc)’ın lûtfu, bütün seyyiatımız ise kendi müktesebatımızdır (Nisa, 4/79). Fakat çok defa Allah (cc), seyiatımız ve günahlarımızla baş aşağı düşeceğimiz zaman, elimizden tutup bizi kurtarır. Lûtfudur bu; bu lûtufla belâ ve musibetlerin önünü aldığı gibi, küfre, küfrana ve günahlara dalma izni de vermez. Bunlar, hak etmedikleri ve liyakatleri olmadığı halde bir kısım kullarına onun atâyâ-yı Sultanî’sidir.

Allah (cc), atâsıyla kazasını bozmayıp, irâdemizi sarfetmek suretiyle yapmaya meylettiğimiz işi yaratsaydı, bu mahz-ı adâlet olurdu.. ve yine kimse bir şey diyemezdi. Yaratmaması ise, husûsî bir lûtuf ve ihsandır. Kur’ân’da sık sık ifâde edildiği üzere, Allah (cc), çeşitli kavim ve milletlerin helâkını küfür, şirk, zulüm, tuğyan ve isyanda temerrüdlerine bağlamıştır. Ama Yunus Kavmi, tam hak ettikleri belâ ve helâk gelmeye başlayınca duaya durmuş, bunun neticesinde de Allah (cc) o belâyı kendilerinden def’ etmiştir; yani atâ, Yunus (s) kavmi hakkındaki kazâyı bozmuştur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.herkul.org/
ultrAslan
Admin
Admin
ultrAslan


Erkek Mesaj Sayısı : 1864
Location : İstanbul
Kayıt tarihi : 04/04/08

İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: Empty
MesajKonu: Geri: İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ:   İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: EmptyCuma Haz. 27, 2008 8:12 pm

KADER VE İRÂDEYLE ALÂKALI MÜTEFERRİK MES’ELELER

Bu yeni başlık altında, şimdiye kadar yaptığımız izahların belki değişik zaviyeden tekrarı olmakla birlikte, kader hakkında çokca sorulan sorulara cevap vermeye çalışacağız.

SORU: Allah (cc), beni neden bana sormadan, işin başında irademe danışmadan yaratıp, kaderin mahku-mu yapmış? Sonra, benim kaderim neden zengin ve müreffeh olmak değil de, belâ ve musibetlere maruz kalmak şeklinde tecelli ediyor?

Cevap: Kader zorlayıcı, zulmedici ve hele asla çirkin değildir.

Şimdiye kadar yaptığımız izahattan anlaşıldığı üzere, insanın irâdesi hesaba katılmadan yapılan bir takdir yoktur; kaldı ki, peygamberler gönderip, kitaplar indirmekle Allah (cc) bizi devamlı surette ikaz da etmiştir.

İnsan bir işe irâdesiyle sahip çıkmadan herhangi bir çirkinlik ve günah meydana gelmez. İnsan, nefsinin tesiriyle irâdesini kötüye kullanıp, kötülüklere davetiye çıkarmakla düğmeye dokunmuş ve düşeceği çukurun kapağının açılmasına sebep olmuş olur; sonra da gider o çukura yuvarlanır. Meselâ, bembeyaz nur parçası güneşimiz kirsiz, lekesiz olduğu gibi, hayat için mutlaka gerekli olan ısı ve ışığın kaynağı, aynı zamanda çiçeklerin simasında akseden renk ve güzelliklerin de menbaıdır. Fakat, insan onun altında saatlerce oturur ve gerekli tedbiri de almazsa hastalanır, hattâ ölebilir de. Şimdi, bu durumda suç güneşin midir? O kendi su-i istimaliyle sebep olduğu hastalığı veya ölümü karşısında, “Güneş olmasın, neden yaratıldı ki?” deyebilir mi? “Altında kaldık, hasta olduk; yemeklerimiz güneşin harareti altında kalıp bozuldu” gibi tamamen irâdî hatalarımızdan kaynaklanan cüz’î şerlerden dolayı güneşin yaratılması ve varlığı şer kabul edilebilir mi?

Evet, kadere yüklenen günah, zarar ve çirkinlikler, esasen kulun irâdesini su-i istimal etmesinin neticesidir. İrâdemizi hesaba katmadan bir takım zulüm ve çirkinlikleri kadere yüklersek, hem musibeti ikileştirmiş, hem de kadere karşı küstahlık etmiş oluruz.

Meselâ, insana hem bir lezzet, hem de neslin çoğalması gibi hayırlı bir neticeye götürücü bir sebeb olarak şehvet hissi verilmiştir. İnsan, irâdesini kötüye kullanarak bu hissini fuhuş gibi yanlış ve haram yollarda tatmine çalışırsa, bu takdirde suç kaderin mi, yoksa bizzat o insanın mı olacaktır? Burada insan, hayra vesile olsun diye verilen ve yerinde kullanılması için her imkânın hazırlandığı bir vesileyi şerre âlet etmekle, şer işleyip günaha girmekte ve neticede kendisine zulmetmektedir. Cinayet gibi benzeri mes’eleleri de buna kıyas edebilirsiniz... Şu kadar ki, insanın sû-i istimali olmadan içine düştüğü bir kısım belâ ve musibetler de vardır ki, bunların hikmet, fayda ve güzelliklerini yeri geldikçe anlatmaya çalıştık ve çalışacağız da.

Kader, netice ile beraber sebeplere de bakar. İnsan ise, yaratılışı icabı ve kaderi de tam ma'nâsıyla anlamayadığından, ancak zahirî ve görebildiği netice ve sebeplere atf-ı nazar etmekle, yanlış hükme varır ve zulmeder. Meselâ, yaşlı birinin, bir çocuğun kulağını çektiğini gördüğünüzde, hâdise yakışıksız olduğundan, hemen çocuğa zulmedildiği neticesine varırsınız. Oysa kulağı çeken kişi belki de çocuğun babasıdır ve sizin de yapabileceğiniz gerekli bir şeyi yapmaktadır. İlerde dizini dövmemek, testinin kırılmasını daha baştan önlemek için, yani çocuğunun mânevî hayatı mahvolmasın ve ebedî hayatı ölmesin diye ahlâk dışı bir hareketinden dolayı böyle bir te’dibe tevessül etmiştir... Ama, siz zahire bakıp, görünüşe göre hüküm verdiniz ve o babayı zulümle itham ettiniz; böylece ona değil, kendinize zulmettiniz. Halbuki kader, bütün sebeplere birden bakar ve hakiki, görünmeyen sebepleri de bilir; dolayısıyla hükmünü tam ve adâletli verir.

Bir avcı görürsünüz, bir arslanı vurur ve öldürür. Arslana acırsınız ama, bilmezsiniz ki, o arslan bir ceylanın yavrularını anasız bıraktığından, kader ona o cezayı vermektedir. Beri yanda, bir gün gelir, avcının ayağı kırılır; o da, arslanı öldürmesinin cezasını bulur. Bir insan bir başkasını bıçaklar ve yaralar; cezasını görmez ve hâdise unutulur gider. Fakat, bir gün bu şahıs zina iftirasıyla mahkemeye düşer.. böyle bir isnat itibariyle o suçsuzdur; fakat, hâkim zahiri sebeplere bakarak kendisini mahkum eder. Şimdi siz, “hâkim zulmetti” dersiniz ama, o kimse hakkında Kader, hakiki sebebe bakarak adâletle hükmetmiş ve o şahıs da, unutulup giden bıçaklama suçunun karşılığını görmüştür. İşte kaderdeki güzellik ve bizim hükümlerimizdeki çirkinlik! Evet, kaderin her hükmü ya bizzat güzeldir veya neticesi itibariyle güzeldir.

Yeri gelmişken, Musa Aleyhisselâm’la alâkalı olarak rivayet edilen bir hâdiseyi anlatmakta fayda mülâhaza ediyorum:

Musa Aleyhisselâm, “Ya Rabbi, bana adâletini göster” diye duâ eder. Cenâb-ı Allah da kendisine, “Falan çeşmenin yakınında bekle ve olup bitecekleri gözetle” diye vahyeder. Derken, çeşmenin başına bir atlı gelir, atını sulayıp giderken bir kese altın düşürür. Arkadan hemen bir çocuk gelir ve o bir kese altını alıp uzaklaşır. Sonra, çeşmeye bir âmâ gelir ve o esnada altın kesesini düşürdüğünü farkeden atlı geri döner. Altınlarını âmâdan ister; âmâ, ne kadar ben almadım derse de dinletemez ve atlı âmâyı öldürür. Hep zulüm gibi görünen bu hâdiselerdeki adâleti Hz. Musa, Cenâb-ı Hakk’tan sorar ve şu cevabı alır:

“Atlı, vaktiyle çocuğun babasının bir kese altınını çalmıştı; böylece o bir kese altını sahibine iâde etmiş olduk. Âmâ ise, vaktiyle atlının babasını öldürmüştü, onu da atlıya öldürterek, kısas uyguladık.” Evet, hakiki sebepler bilinmeyip, dıştan bakılınca serâpâ zulüm görülen hâdiseler zinciri, hakiki sebepleriyle serâpâ adâlet olup çıkıyor. İşte kaderin hükmü de böyledir; onda en ufak bir zulüm ve çirkinlik olmayıp, her hükmü mahza adâlet ve mahza güzelliktir.

İnsanın zâhire bakarak kerih gördüğü şeylerde Allah (cc) onun için pek çok hayırlar murad etmiştir. Buna karşılık, insanın fayda mülâhaza ettiği pek çok şeyde ise, kendisi için şerler vardır.(Bakara, 2/216). Meselâ, bilhassa soğuklarda insana abdest almak zor gelebilir, fakat abdestin gerek kendisi, gerekse neticesi pek güzeldir. Cihad, âyetin ifâdesiyle ağır ve kerih gelebilir; fakat netice itibariyle pek çok lûtuf ve mükâfatlar getirir. Öyle olur ki, Allah (cc) sevdiği bir kulu iflâs ettirir; ama o kul bilmez ki, mal kendisinin Sırat-ı Müstakim’den sapmasına vesile olacaktı. Kul duâ eder, fakat, duâda istediklerinin verilmemesi karşısında ümitsizliğe düşer; oysa, ya istediği aleyhinedir; ya da ilerde veya Ahiret’te çok daha fazlası ve güzel şekliyle karşılanacaktır.

Öyleyse, Allah (cc)’ın hakkımızdaki her hükmünde bilemediğimiz pek çok fayda ve hikmetler vardır. Allah (cc), mutlaka kulunun faydasını esas alarak ona hikmetiyle muamele etme mecburiyetinde değildir; fakat nasıl o Hâlık’tır ve Alîm’dir, aynı şekilde Hakîm’dir de; hiç bir zaman abes iş yapmaz; ne var ki, biz çok zaman onun ef’alindeki hikmetleri bilemeyebiliriz. O halde bize düşen, kadere razı ve Cenâb-ı Hakk’a teslim olmak ve O’na teveccüh etmek, “lutfun da hoş, kahrın da hoş” anlayış ve inancıyla, hakkımızdaki her takdirine boyun eğip, itirazda bulunmamaktır.

SORU: Son derece basit, küçük ve zayıf bir iradeye mukabil, sonsuz bir Cennet veya Cehennem’in verilmesi nasıl izah edilebilir?

Cevap: Daha önce temas edildiği üzere, aslında bizler Cennet gibi gelecekle ilgili lûtf-u İlâhîye nâil olmayı değil, daha çok, başımızdan aşağı sağnak sağnak dökülen nimetlerin şükrünü nasıl eda edebiliriz diye düşünmeliyiz. Karşılıksız ve peşin verilen nimetlerin şükrünü yaptığımız kullukla eda etmemiz asla mümkün değildir. Dünyâ hayatında bir gün yaşamak için bir gün çalışırız; altı ay yaşamak için altı ay çalışırız ve “Keşke altı ay çalışıp, bir sene yaşasaydım” der ve iki günlük hayat için bir günümüzü seve seve vermeye razı oluruz. Gerçek bu iken, dünyâ nimetleriyle asla kıyaslanamayacak kadar muhteşemlerden muhteşem Cennet’i kazanmak için, çoğu uyku, çocukluk ve dünyâlık çalışmalarla geçen kısacık hayat nasıl yeterli olabilir? Bir de bu kazançta insanın yaptığı sadece düğmeye dokunmak ve parmağını uzatmak kadar ehemmiyetsiz bir fiil olursa?.. Ya, bu kadar basit bir meyil ve niyetle ebedî Cehennem’e nasıl müstahak olur insan? Şimdi mes’eleye birkaç cihetle ışık tutmaya çalışalım:

a. Niyet Yönünden:

Ebedî Cennet, ebedî nimetler ve ebedî Cemâlullah.. Bütün bunlar, şu fâni, kısacık hayatımızın neticesi olamaz ve bizim maddî yönümüzde ebediyeti kat’iyyen kucaklayamaz. Fakat, ‘ebedî iman niyeti’ dir ki, bizi ebediyete sahip kılabilir. Elhamdülillâh, Rabbimiz’e iman ediyoruz; bu imanda sebata ve sadakata kararlıyız. İrâde düğmemizi bu istikamette kullandık ve yine irâdemizle bu ebedî imana niyet yönünden sahip olacağız. Rabbimiz’in kalbimizde bir meş’ale halinde yakıp tutuşturduğu bu hidayet yoluna da yine bizzat O’nun tarafından sevkolunmuş bulunuyoruz. Yetmiş yıl yaşayacaksak eğer, yetmiş yıl imanlı olmaya niyetliyiz; Rabbimiz yetmiş değil, yüz yetmiş yıl ömür verse, hattâ bin yetmiş yıl ömür verse, yine dönmeyecek ve imanımızda sadakatle sebat edeceğiz. Yaşadığımız müddetçe, hatta ebediyen dünyada kalsaydık, yine imanımızdan dönmeyecek ve ebedi olarak Allah (cc)’a inanacaktık. İşte, Cennet ve Cehennem’e girmekte aslolan da bu niyettir. Zaten, Allah’ın Rasûlü de (sav) “Ameller niyetlere göredir” buyurmuyor mu? Herkes, niyetinin karşılığını görecektir. Niyetimiz ebedî iman çizgisinde kalmaksa, mükâfatımız da ona göre olacaktır. Ceza ve mükâfat, amelin cinsine göredir; ebedî imana ve ebedî iman niyetine ebedî Cennet. Bunun tam karşısında ebedî küfre ve ebedî küfür niyetine de ebedî Cehennem. Allah (cc) suretlerimize, şeklimize ve şu fâni dünyada maddemizle ne kadar süre kaldığımıza değil, taşıdığımız niyete, sahip olduğumuz azme, kalbimizdeki imana, bu imandaki devamlılık niyet ve düşüncemize bakar.

Evet, niyet, yaşanan kısacak ömürde, imandaki sadâkat ve sebat düşüncesiyle, yaşanmasa da, yaşanmış gibi ebedlere kadar zamanları aydınlatan bir ışıktır. Buna karşılık, herşeyi karanlık gören, karanlık niyetli kâfirin de ebedî hayatı, Cehennem ma’nâsına kapkaradır. Çünkü kâfir, ebedî iman nurunu yakmamak, daha doğru bir deyişle, irâde düğmesini Allah (cc)’ın kalb sarayının iman âvizelerini yakmasına vesile kılmamak inat ve ısrarı içindedir ve milyonlarca yıl da yaşasa, bu inat bu ısrarında devam edecek ve bir defa olsun o düğmeyi aydınlık yolunda kullanmak istemeyecektir. Böylece de kalbini, dünyâsını ve ebedî hayatını karartan kara niyetinin kurbanı olacaktır.

Ebede uzansın niyetleriniz, ebede uzansın da, ebedler size bağrını açsın. Has niyetle geçen her saniyeniz, mukabele sırrıyla binlere ulaşsın...

b.Cezada takdir, suçun ağırlığına ve işlenmesindeki kasıt, niyet ve neticeye bakar; işlenme süresine değil:

Cevap: Dünyada 5 dakika süren bir adam öldürme suçuna ceza olarak bazen 25 yıl, yani 13 milyon dakika, bazen müebbed hapis, hattâ bazen de idam veriliyor ve hiç bir zaman bu cinayetin ne kadar sürede işlendiği hesaba katılmıyor; belki, suçun ağırlığına, suçu işlemekteki kasıt, niyet ve neticeye bakılıyor. Küfür ve inkârın sırtında taşıdığı cinayetler, bir insanı öldürmekten çok daha fazla, çok daha ağırdır. Kâinatın Yaratıcısı’nın varlığına zerreler, hücreler, melekler, yağmur damlaları, atomlar ve moleküller adedince.. kısaca, sayılamayacak kadar çok şahitler vardır ve küfür, bu kadar şahidin şehâdetini bir anda yok saymak demek olduğu gibi, bütün kâinatı karanlığa mahkûm etmek ve aynı zamanda bu kadar şahide adeta yalancılık ithamında bulunmak demektir. Hem küfür, Yüce San'atkâr'ı tahkir, onun kâinattaki nakışlarını tezyif ve sayısız delîllerini tekziple, kâinatın zerreleri adedince büyük bir cinayet sayılır. Dahası, hayatlarında yalanın mümkün olmadığı binlerce peygamberi, milyonlarca evliyayı ve en önemli hususiyetleri sıdk olan milyarlarca mü'mini inkârdır, yalanlamaktır. Böyle bir suçun cezası da, herhalde kendi cinsinden, dolayısıyla da ebedî Cehennem olmak gerektir.



Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.herkul.org/
ultrAslan
Admin
Admin
ultrAslan


Erkek Mesaj Sayısı : 1864
Location : İstanbul
Kayıt tarihi : 04/04/08

İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: Empty
MesajKonu: Geri: İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ:   İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: EmptyCuma Haz. 27, 2008 8:12 pm

c. Cüz'i irâde gerçekten küçüktür ama, neticesi pek büyük olup, Allah (cc) da cezayı neticeye göre verir:

Bir düğmeye basmakla bir anda milyonlarca lambayı söndürüp, çok büyük bir memleketi karanlıklar içinde bırakabilirsiniz. Veya, bir davranışınızla -Birinci Cihan Harbi'nde olduğu gibi- milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarca ailenin yıkılması- na, şehirlerin yerle bir olmasına, asırlık emeklerin bâd’u heva gitmesine ve dünya çapında pek büyük değişikliklere sebep olabilirsiniz. Aynı şekilde, bir kibritle koca bir ormanı yakabilir veya bir tuğlasını çekmekle büyük bir sarayı yerle bir edebilirsiniz. Küfür, tahrip demektir ve tahrip ise pek kolay ve netice îtibariyle pek şümullü, pek şediddir. İşte, kâfir irâdesini küfür istikametinde kullanmakla, neticesi böyle pek büyük bir tahribata sebep olduğu içindir ki, ebedî cehennem'i hak eder. Buna karşılık mü’min, irâde düğmesini müsbet yöne çevirmekle hem dünyâsını, hem de ahiretini aydınlatır.

d. Hadsiz nimetlerin sahibine sırtını çeviren insan, elbette tokatlar yemeye müstehaktır:

Allah (cc)'ın sonsuz azamet ve kudretini gösteren ve varlık adına sonsuz ağırlığı ve kıymeti bulunan o hadsiz nimetlerin sahibine sırtını çeviren.. sonra, vicdan gibi, Allah (cc)'ın varlığının sessiz şahidi bir kitabı dürüp kapatarak akıl, şuur ve ebede aşık his ve duygularını öldüren.. ayrıca, Kâinat kitabını Kur’ân’la dile getirerek, saadet yolunu gösteren Nebî’ye gözlerini kapayan ve kalbinin kapısını sürmeleyen bir insan, kâinat çapındaki bu ağırlığa hüviyeti pek zayıf olan irâdesini alet etmek; yaratmada ve icrada hiç bir ağırlığı olmayan bir takım hayâlî ve îtibarî şeylerin tüy kadarcık ağırlığını, tercihte kullanıp, nefsinin ve şeytanın iğvalarına kapılmakla, elbette kâinat ağırlığında tokatlar yemeğe müstehak olacaktır.

e. Emanete ihanetin cezası, emanetin ve sahibinin değeriyle doğru orantılı olarak verilir:

Bir pencere camını kıran çocuğa verilecek ceza ile, Sultanın kristal tacını sû-i istimalle ziyan eden bir yaverin cezası bir olmaz. Yine, bir askerle bir ordu komutanına, rütbelerine uygun sermaye verilse ve her ikisi de gidip bu sermayeyi çarşı-pazarda çar-çur etseler, elbetteki komutan Divan-ı Harpte mahkeme edilecek ve askere verilecek cezanın çok üstünde bir cezaya çarptırılacaktır. Ve yine, ömrünü dağlarda koyunlarının arkasında geçiren bir çobanla, hayatını büyük keşiflerle geçiren bir ilim adamına durumlarına ve vazifelerine göre sermaye verilse ve ilim adamı o sermayeyi tıpkı çoban gibi koyunların bakımı ve yemi için harcasa, herhalde çobana nazaran çok daha başka şekilde cezalandırılacaktır.

Misâlllerimizde olduğu gibi, dünya hayatında hayvanlara verilen ömür sermayesi ve daha başka sermaye ve nimetler, kendi çapları ve fonksiyonlarına göre tayin ve tesbit edilmiş olup, onlar da bu sermayeyi hiç su-i istimal etmeden kullanmaktadır. Evet, bu sermayeleri kimi yük taşımada, kimi et ve süt vermede, kimi de daha başka vazifelerde kullanır. Halbuki insan, ne bir hayvandır, ne de sermayesi hayvanlara verilen gibidir; bir insan eli, bin örümcek elinden, bir insan parmağı bin serçenin kanadından kiymetlidir. İnsan, kendisine verilen onca kıymetteki sermayeyi, vicdan, akıl, şuur, idrak, düşünce, muhakeme, binlerce his, duygu ve kabiliyet gibi nimetleri sû-i istimal ettiğinde, elbette cezası da aynı ölçüde olmak gerektir. Hele, Allah (cc)'ın marifeti, saygı ve muhabbeti ile dolup doyması ve başkasına karşı sürmelenmesi gereken has tecelliler yurdu kalb, nefse ezdirilecek olursa, bu takdirde o kalbin sahibi elbette, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem için taştan bir yakıt olma seviyesine düşecektir. Öyleyse, irâdeyi yerinde kullanıp, kalbi kalbin Sahibi'ne has kılarak, O'na kalb-i selimle gitmelidir.

SORU: Ruhların yaratılışı esnasında veya daha anne karnında cenin safhasındayken insan için saîd veya şakî, ya da cennetlik veya cehennemlik yazılması nasıl olur?

Cevap: Bu mes’ele, yerinde yeterince izah edilmiş olmakla beraber, burada da bir kaç satırla açıklamaya çalışalım:

Her şeyden önce Allah (cc), kulunun ilerde irâdesiyle nasıl davranacağını, cennetlik ameller mi yoksa cehennemlik ameller mi işleyeceğini, sonsuz ilmiyle ezelde bilir ve bildiği için yazar; yoksa kul, Allah (cc) öyle yazdığı için Cennet'lik veya Cehennem’lik, saîd ya da şakî olmaz.

İkinci olarak, Allah (cc), kulunun irâdesini hangi yönde kullanacağını bildiği gibi, fiillerine tesir eden bütün sebepleri de bilir ve ona göre yazar. O insan üzerinde ailesinin tesir ve terbiyesi nasıl olacak, muhiti kendisini ne yönde etkiliyecek, imana ya da küfre götürücü vesileler neler olacak ve o irâdesiyle bunları nasıl aşacak, bütün bunları Allah (cc) bilir ve ona göre yazar.

Biz, insanın cennetlik mi cehennemlik mi olacağını bilemeyiz; çünkü kaderden habersiziz. Hadîsin beyanı içinde, sadece zahirdeki davranışlarına, söz ve fiillerine bakar, bunları din ölçüsüne vurur, küfrünü gerektiren zahir söz ve davranışları varsa, en fazla ‘kâfir’ der, fakat cehennemlik diyemeyiz. Çünkü, zahire göre davranma mecburiyetindeyiz. İşin hakikatına, o kişinin kalbine ve son nefesini nasıl vereceğine vâkıf bulunmamadığımızdan, bu hususları Allah’a havâle ederiz. Bugün ateist bildiğiniz birisi, bakarsınız bir zaman sonra imanı bütün bir insan oluvermiştir. Burada yeri gelmişken, Almanya'da bir hoca arkadaşımızın şahid olduğu hâdiselerden birini nakledeyim: Mescidler herkese açık, sohbet yapılıyor ve önemli bazı mevzular arzedilmeye çalışılıyor. Dinlemeye gelen gençlerden bir tanesi “Biliyor musunuz?” diyor, “ben komünisttim.” Bu gence hemen ‘cehennemlik’ der misiniz? Bu genç, bir kısım temiz arkadaşlarla tanışıyor, kendisine usulüne uygun olarak iman mes'eleleri takdim ediliyor ve bir cumartesi bu genci, yanında yabancı bir arkadaşıyla yatsı namazında görüyoruz. Ona da bir şeyler anlatılsın diye arkadaşını da getirmiş...

Evet, bu gence “ben komünisttim” dediğinde hemen ‘cehennemlik’ yaftası vurup reddetseydiniz ne kazanacak ve son halini gördüğünüzde utanmayacak mıydınız? İnsanlar hakkında hüküm vermek ne vazifemizdir, ne de selâhiyetimiz dahilindedir.

Bir başka gencin, neslimizin hissiyatına tercüman olan şu sözlerine bakalım:

“Ben Köln’de kızıl bayraklar altında yürüyüşlere katılıyordum. Bir gün arkadaşlarımın yanına geldim. Sorular soruluyor, cevaplar veriliyordu. Komünizm sempatizanı olduğum için de bir tedirginlik duyuyor, konuşulanları can kulağı ile dinlemekle beraber, “acaba totemlerime saldıracaklar mı, aleyhte söz söylenip, sloganlar atılacak mı?” diye teyakkuzda duruyordum. Bunların hiç biri olmadı; fakat, hiç duymadığım imanî mevzûlar anlatıldı. Aksi halde, tatmin olmayacak ve içki, kumar gibi alışkanlıklarımı da bırakmayacaktım.”

Yine soralım: Şu anda, hizmet için arabasıyla sağa sola koşturan bu genci, o haliyle ve o yaşında nasıl Cehennem’e mahkum edecektiniz? Efendimiz (sav)'in yaptığı şekilde, ismi fıtratına uygun olarak ‘Yasir’ yapılan bu yiğidi hemen gayyâlara mı atacaktınız?

İşte, verdiğimiz misâllerde görüldüğü üzere Allah (cc), insanın irâde düğmesini bütün sebepleriyle hangi istikamette kullanacağını ve hangi istikamet üzerinde son nefesini vereceğini bildiği için, ruhlar âleminde veya anne karnında onun şakî-saîd, cennetlik veya cehennemlik olacağını yazar. İnsan da, hadisin ifâdesiyle “Nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşrolur.” Bize düşen, Allah (cc) ’tan ümit kesmeden ve neslimizin geleceğini de karanlık görmeden çalışmak ve imana, hidayete vesile olma yolunda gayret göstermektir.

Soru: İslâm fıtratı ne demektir? Hidâyet nedir ve hidâyete nasıl vesile olunur?

Cevap: Sahih bir hadiste, “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu hristiyan, yahudi veya mecusi (günümüzde de falan filan.....izm'den) yapar” buyrulmaktadır.

a. Her insan, yaratılış itibariyle lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm’a en müsait bir hüviyette doğar.

Fıtrat, yani yaratılış ve mahiyet itîbâriyle her insan, lekesiz, tertemiz ve iman ve İslâm'a en müsait bir hüviyettedir; evet, doğuşunda insan lekesiz, bembeyaz, üzerine her şey yazılabilecek bir kağıt veya üzerine hiç ses kaydedilmemiş bir bant, her şekle müsait bir macun, kalıplara dökülmeyi bekleyen maden cevheri veya eğilmeye müsait bir rüşeym, bir fidan gibidir.

Nasıl dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, kaynağı ve mahiyeti îtibâriyle tertemiz olup, en faydalı, en şifalı, en yararlı kalmaya müsaitse, ya da üzerine toz-toprak saçmak suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabiliyorsa, aynen öyle de her doğan çocuk, fıtrat ve kâinat kanunlarına göre hakikatları kabule, bulanıklık ve dalâleti de reddetmeye muvafık ve müsait bir halde doğar. Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hâfızalarına kaydedip, iman ve İslâm adına kalb dünyalarına yerleştirirler. Sözgelimi, “Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olmaz; öyleyse, şu koca kâinat da sahipsiz olamaz. O’nun sahibi de Allah (cc)'tır.” dediğinizde, karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazitsiz söylediklerinizi hemen kaydediverir. Yaratılış vakumu, fıtratın manyetik sahası, mesajı hemen çeker. Öyle sîmalar görürüz ki, aşinası bulunduğumuz ma'nâ ve ölçülere binaen kendileriyle karşılaşır karşılaşmaz, “temiz fıtratlı, iyi ahlâklı, çok müsait ve müsbet bir insan” deyiveririz.

b. Temiz ve selîm fıtrat, küfür ve günahlarla kirletilip, köreltilebilir.

İnsan, küfür ve inkârla, kâinat çapındaki delillere gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış, vicdanını söndürmüş ve fıtratını da köreltip, kendini bütün bütün ışık kaynaklarından mahrum bırakmış, karanlıklar içine gömülmüş ve temiz olan fıtratının üzerine Allah (cc)'ın sevmediği kapkara lekeler sürmüş sayılır. Buna karşılık insan, iman ve amelle, aslında temiz olan fıtratını muhafaza eder ve saffetini korur. O halde denebilir ki, insanın fıtratında iman aslî, küfür ise ârizî bir husustur. Yaratılışta temiz olan fıtrat, sonradan kirletilebilir. Şayet, fıtratın ilk baştaki hali korunmaz, imdadına koşulmaz ve bu yolda gerekli tedbirler alınmazsa, insanın ya hristiyan, ya yahudi, ya da mecûsî olması veya aklınıza gelebilecek küfür cereyanlarından herhangi birisine yem olup gitmesi mümkün ve muhtemeldir.

c. Temiz fıtrat kirletilip bozulunca, insan ikinci bozuk bir fıtrat kazanmış olur...

Yumurtadan çıkan yavru kuş, uçamasa da yine kuştur. O, yaratılıştan uçmaya müheyyâ ve elverişlidir. Palazlanma döneminde koşup sıçradığını, düşe kalka uçmaya çalıştığını görür, “bu kuş, uçacak” deriz. Ancak, haricî bir sebep devreye girer de kuşun uçma kabiliyetini götürürse, o zaman ne kadar kuş da olsa, uçamaz. İşte küfür de böyledir; yani küfür, uçmaya müsait bir kuşun kanatlarını kırma, güdük bırakma ve kümeslerde onun kabiliyetlerini öldürme gibi, insandaki ilk fıtratı köreltip, onu ikinci bozuk bir fıtrat ile uçamayacak hale getirir. İrâdenin su-i istimaline ve dış sebep ve saiklere binaen fıtratı köreltilen bir insan, ikinci bir fıtrat kazanmış, temiz ve selim yaratılışını da kirletmiş olur. Nasıl kuşun ilk haline bakıp da, “kuştur bu, uçar” diyorsak, aynı şekilde yeni doğan bir çocuğa da “müslüman bu” veya “müslüman olur bu” deriz. Ne var ki, zamanla o yavrunun üzerinde muhalif sam yelleri eser ve o da irâdesini suiistimalle bunların üzerine tuz biber ekerse, işte o zaman kolu kanadı kırılır ve fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalır.. çimlenip filiz çıkarmak ve neticede her mevsim meyve veren bir ağaç olmak için gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz ve dolayısiyla da hiçbir zaman sünbüllenemez, boy atıp gelişemez ve başak salamaz.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.herkul.org/
ultrAslan
Admin
Admin
ultrAslan


Erkek Mesaj Sayısı : 1864
Location : İstanbul
Kayıt tarihi : 04/04/08

İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: Empty
MesajKonu: Geri: İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ:   İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ: EmptyCuma Haz. 27, 2008 8:13 pm

d.Tahşidatta bulunduğumuz bütün bu mes'elelerde kader mevzuuyla alâkalı iki hususun her zaman karşımıza çıkma ihtimali vardır: Dış sebepler ve irâde.

Evet, her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul gibi dış etkilerle, bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan irâde, fıtrata müsbet veya menfi yönde müdahelede bulunur. Kaderde ise, bütün bunlar hesaba katılarak, “bu insan, ya fıtratını temiz tutup saîd olacak, ya da fıtratını köreltip küfre batacak ve şakî olacak” diye yazılır.

Hidâyet: Hidâyet, cüz’î irâdesini kullanmasının neticesinde insanın içinde Allah (cc)'ın yaktığı bir nur ve ışıktır. Daha evvel de işaret ettiğimiz gibi, dalâlet de hidâyet de tamamen Allah (cc)'ın yaratması ile meydana gelir. Bir âyet-i kerimede, “Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi topyekün iman ederdi” (Yunus,10:/99); bir başka âyette ise, “Allah dileseydi, onları hidâyet üzere toplardı” (En'am,16/35) buyurulmaktadır. Hatta Peygamber Efendimiz (sav)'e, “Şüphesiz sen ölülere söz dinletemezsin, sağırlara da işittiremezsin... ve sen, körleri de dalâletlerinden hidâyete iletici değilsin” (Rum, 30/52-53) denmektedir. Zaten biz de, her namazın her rek'atında hidâyeti Rabbimiz'den diler ve günde kırk defa “İhdinâ's-sırata'l-müstakîm” deriz.

“Sen sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin; fakat Allah, dilediğine hidâyet eder” (Kasas, 28/56) âyeti de, bu mevzûda zikredilecek âyetlerden biridir. Allah (cc)ın Rasulü (sav) de, “Ben insanları hidâyete, imana davet edici olarak gönderildim. Hidâyete sevkedip, kalplere imanı koyacak Allah (cc)'tır” buyururlar. Şeytan da küfür, dalâlet ve günahları süslü gösterir, kalbe vesveseler atar; fakat dalâleti ve günahları yaratan yine bizzat Allah (cc)'dır.

Hidâyete vesile olma:

Bir âyette, “Şüphesiz sen, doğru yola hidâyet edicisin” (Şura, 42/52); bir diğer âyette ise, “Şüphesiz sen onları doğru yola çağırıyorsun, davet ediyorsun” (Mü'minun, 23/73) buyurulur. Birinci âyette “hidâyet edicilik” bahis mevzûu iken, ikincide “davet etme” söz konusudur. Âyetlerden anlaşıldığına göre Efendimiz (sav), hidâyete vesile, şeytan da dalâlet ve günahlara vesiledir; fakat yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, dalâleti de hidâyeti de yaratan Allah (cc)'dır.

Allah (cc), başta peygamberler olmak üzere çeşitli hidâyet vesileleri yaratmıştır. Şayet kullar bu vesilelere sahip çıkmaz ve irâdelerini hidâyet istikametinde kullanmazlarsa, Allah (cc) onlar için hidâyeti yaratmaz; yani, vesileleri yaratır da neticeyi yaratmaz. Meselâ, bu mevzûda Kur'ân'da, “Semûd kavmini hidâyet etmiştik; fakat onlar, körlüğü hidâyete tercih ettiler” (Fussilet, 41/17) buyurulmaktadır. Demek oluyor ki, işin bir yanı insana aid olup, onun meyillerine ve irâdesine bakarken, öbür yanı tamamen Allah (cc)'ın hidâyet veya dalâleti yaratmasına bakmaktadır.

Hidâyete Götürücü Vesileler Araştırılmalıdır:

Kur’ân, bir yandan küfre götürücü ve hidayetin önüne set çekici sebep ve vesilelere karşı tahşidat yaparken, diğer yandan da hakka götürücü vesilelere teşvikte bulunur. Yani, bir taraftan imana mani kibir, gurur, istiğna, kendini beğenme, çalım satma, şartlanmışlık, karşısındakini hafife alma, dünyayı tercih ve cehalet gibi vasıflardan uzak bulunmayı tâlim ederken, diğer taraftan da okumayı, düşünmeyi, kâinatı araştırmayı, ibret almayı, muhakemeyi, Hak adına konuşanları dinlemeyi ve onların aydınlık yollarını takip etmeyi terğib ve teşvik eder.

Kur’ân’da iki yerde ‘vesile’ kelimesi geçer. Bunlardan biri olan Maide Sûresi 35. ayette mealen, “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. (Kur’ân ve kâinat kitabını mütalâa ile tanımaya çalıştığınız) Rabbinize karşı saygılı olun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın; (sizi görmek istediği şekilde, küçüğüyle-büyüğüyle nefis, şeytan ve isteklerinize karşı olduğu kadar, dış dünyada sizi siz olmaktan çıkaracak ve her plânda içinize sızabilecek maddî düşmanlara karşı da) cihad edin ki, kurtulasınız” buyrulur. Daha başka âyetlerde ise,“Ve, Bizim yolumuzda cihad edenleri Biz de mutlaka hayır yollarımıza erdiririz” (Ankebut, 29/69); “Kim Allah’tan korkarsa (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır” (Talâk, 65/2) buyurulmaktadır.

Âyetlerden anlaşıldığı üzere, kalbin derinliklerine doğru yolculuk yapıp, Allah (cc)’a seyr ile ermiş kimseleri, Allah (cc) katiyyen şaşırtmaz. Tasavvuf erleri ve erenler, hepsi de Allah (cc)’a giden değişik yollardan ve değişik usullerle cehd edip, Allah (cc)’a yürümüşlerdir. Hidâyet yolları olan bu yollarda, Allah (cc) onların gören gözleri, işiten kulakları ve tutan elleri olmuştur. Yani, Allah (cc) adına görmüşler, Allah (cc) adına duymuşlar ve Allah (cc) adına yürümüşlerdir; Allah (cc) da onlara başka yollara aid şeyler göstermemiş, duyurmamış ve ayaklarını başka yollara çekmemiştir.

Günümüzde ise, Hak ve hakikata tercüman olan, Din’e omuz verip sahip çıkan ve gönüllerde Allah (cc) adının, Rasûlül- lah (sav)’ın yâdının duyulması istikametinde çalışanları , Allah (cc), -İnşâallah- hidâyet ettiği yolunda şaşırtmayacak, yanıltmayacak, günahlar içine atıp helâk etmeyecek.. ve bugün artık inişe geçmiş bulunan mukaddes emanetin taşıyıcısı cemaatleri zayi etmeyerek, hedeflerine ulaştıracaktır.

Alllah Rasûlü (sav), hayatı seniyyelerinde -O’na bir ma‘nâda ölmüş diyemiyoruz- son nefeslerine kadar daima bu vesilelik vazifesini eda etmişlerdir. Allah (cc), Habibini “En yakın akrabalarını inzâr et” (Şuara, 26/214); “Hatırlat, öğüt ver” (Gaşiye, 88/21); “Sana emredileni (başlarını çatlatırcasına) açıkça anlat” (Hicr, 15/94) fermanlarıyla imana davet adına harekete geçirmiştir ki, onun bütün eza ve cefalara, eziyet, işkence ve hakaretlere katlanması; dünyâ adına cezbedici bütün teklifleri reddederek, vazifesine -yine Kur'ân'ın beyanı içinde- nerdeyse intihar edecek ve kendisini mahvedecek derecede hırs, istek ve arzuyla koşup durması; gezip seyran eylediği Cennetleri bile ümmetinin kurtuluşu ve onları da alıp oraya götürmek için bırakıp, kavminin arasına dönmesi, evet bütün bunlar, onun da’va düşüncesi adına ne başdöndürücü fedakârlık örnekleridir..!

Mübarek ayaklarına taşların atılması ve bütün vücudunun kan revan içinde bırakılması pahasına Taif'e gidip Hakk'a tercüman olması, kendisine her türlü kötülüğü yapan insanları, bilhassa Mekke fethinde “Gidiniz, serbestsiniz!” diye affetmesi ve Ashab-ı Kiramı’na, kılıçların kından çekilip, başların vücutlardan ayrılacağı dakikalarda, önce düşmana “iman ve İslâm” davetinde bulunulmasını tavsiye etmesi; ayrıca, “Ey Ali, senin elinle bir kişinin hidâyete ermesi, yeryüzünde bulunan ve güneşin üzerine doğduğu her şeyden, (başka bir rivayette- vadî dolusu koyun ve develerden) daha hayırlıdır” irşadı ve emsali daha başka pek çok hadîseler ve hadîs-i şerifler, hidâyete vesileliğin ne derece ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.

Vesile olan, o işi yapan kadar sevap kazanır. Bu mevzûda Söz Sultanı, “Kim iyi bir çığır açar da hayra vesile olursa, onun açtığı bu çığırda yürüyenlerin sevabları eksiksiz olarak yürüyenlere verildiği gibi, o yolu açana da verilir; kötü ve günah çığırı açanlara da, o yolda yürüyenlerin günahları kadar günah yazılır” buyurmaktadır. Bir mescid bina etmişseniz, bir cami yapmış veya yaptırmışsanız, o mescid veya camide namaz kılanların sevabı kadar bir sevap sizin defterinize kaydedilecektir; aynı şekilde, o mescid veya camiyi dolduracak nesilleri yetiştirme yolunda sa’y ü gayret etmiş, bu maksatla müesseseler kurmuş, burs vermiş, defter-kitap almış ve cihad etmişseniz, yetiştirdiklerinizin sevapları kadar bir sevap size de verilecek ve amel defterleriniz kapanmayacaktır. Kalbi imanlı, kafası aydın, anne-babasına itaatkâr, vatan ve milletine hizmetkâr fertleri bu millete kazandırma yolunda atacağınız her adım, alıp-vereceğiniz her soluk, ibâdet ve vesilelik adına yapıp geride bıraktığınız her amel, sizin için ahiret azığı ve saadet vesilesi olacaktır.

Vesilenin sadece bir vesile, buna karşılık, yapan ve yaratanın Allah (cc) olduğu çok iyi bilinmeli ve kat’iyen akıldan çıkarılmamalıdır. Bir kimse, imanımızın kurtulmasına, kuvvetlenmesine ve ibâdetlere alışmamıza vesile olabilir. Bu durumda, vesile olanın “ben olmasaydım sen kurtulamayacaktın; ben alıştırmasaydım sen namaz kılmayacaktın; imanını ben kurtardığım gibi, seni namaza alıştıran da benim” demesi ne derece tehlikeli bir tefrit ve yanlış bir yol ise, aynı şekilde bizim de, “sen olmasaydın, ben küfür içinde yüzüyor olacaktım; ibadet nedir bilmeyecektim” şeklinde düşünmemiz, o derece tehlikeli bir ifrattır. Bunun yerine, hidâyete vesile olan kişi şöyle düşünmelidir: “Allah (cc)'a hamdolsun; benim gibi nâehil, liyakatsiz ve muhtaç birini böylesi bir güzelliğe vesile kıldı. Ben, belki bir üzüm çubuğuyum ve Allah (cc) benim gibi kara, kuru ve çelimsiz bir dal parçasında şerbet tulumbacıklarını var etti.” Birinin vesile olmasıyla hidâyete eren kişi de şöyle demelidir: “Sultanımın benim aczimi ve ihtiyacımı görüp, bir kapıcısı ve hizmetkârı ile bana elmastan hediyeler göndermesi karşısında, benim O Sultan'ı unutup, kapıcının ellerine sarılmam, ona temennâ durmam ve hediyeleri ondan bilmem, O’na karşı su-i edebdir. Hamd ve minnet ancak Sultanım'adır, yani Allah (cc)'adır.”

Burada şu hususun belirtilmesinde de yarar var: Hamd ve minneti Sultan'a verip, hidâyeti O'ndan bilmek, hiç bir zaman, hidâyete vesile olan kişiye hürmet gösterip, şükran hisleriyle dolu bulunmaya mânî değildir. Her mevzuda olduğu gibi bu mevzûda da Kâinat'ın Efendisi (sav)'nin getirdiği ölçüler içinde hareket edip, mutlaka dengeyi korumalıyız. Meselâ, en büyük hidâyet vesilesi olan Peygamberimiz’i (sav) yahudi ve hıristiyanların peygamberlerini yaptığı gibi ‘ulûhiyet’ mertebesine çıkarmamalı; buna karşılık, onun için “abdühû ve rasûlühû” derken, bütün bir beşeriyetin ona medyûn bulunduğunu unutup, “Medyûndur ona bütün bir beşeriyet/Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret” duâ ve inancından da uzak olmamalıyız. Çünkü, onun yolunda ve onun aşkıyla yaşanmayan bir hayata hayat değil, ancak ‘mevt’ olarak bakılır; Kur'ân'ın ifâde ve benzetmesiyle, belki de olanca hakikatıyla, onu kalplerinde taşımayanlara ve hayatlarında rehber ve getirdiklerini de hayata hayat edinmeyenlere ancak kabirdekilere bakıldığı gibi bakılabilir.

Evet, kaderde temiz fıtratların bozulup bozulmayacağı ve hayat boyu insanın karşısına çıkacak vesile ve sebeplerle birlikte, irâdenin bu vesile ve sebeplere karşı tutumunun da çok öncelerden bilinip kaydedilmesi, hayır ve şerrin Allah (cc) tarafından yaratılması mes’elesinden farklı değildir. İnsanın irâdesiyle devreye girdiği her yerde Allah (cc), hayrı da şerri de yaratır; fakat bazen atâ kanunuyla tecelli edip, şerri yaratmaz; çünkü O'nun şerre rızası yoktur. Buna rağmen, kul irâdesini şer yönünde kullanmada israr ederse, razı olmamakla beraber şerri de yaratır; zira dünyâ bir imtihan, bir müsabaka ve kulluk dünyasıdır.. Kaldı ki, şerrin yaratılmasının değil, kesbinin şer olduğunu, bizim şer bildiğimiz pek çok şeyde mühim hayırlar bulunduğunu, melekût cihetiyle, her şeyin hayır ve hikmet dairesinde olup bittiğini, dolayısıyla da şerri yaratmaya şer denemeyeceğini daha önce belirtmiştik.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.herkul.org/
 
İRADE-İ CÜZ'İYYE BAHSİ:
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
DELPHIN :: HAK DİN İSLAM-
Buraya geçin:  
Yetkinforum.com | ©phpBB | Bedava yardımlaşma forumu | Suistimalı göstermek | Cookies | Son tartışmalar