DELPHIN
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
DELPHIN


 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap
İstatistik
Konu Yazan GöndermeTarihi
Paz Ağus. 30, 2009 5:57 am
Perş. Haz. 18, 2009 2:24 pm
C.tesi Haz. 13, 2009 3:42 pm
Cuma Haz. 12, 2009 11:53 pm
C.tesi Mayıs 30, 2009 5:34 am
C.tesi Mayıs 30, 2009 4:47 am
Cuma Mayıs 22, 2009 5:16 pm
C.tesi Mayıs 16, 2009 8:34 am
Perş. Mayıs 14, 2009 6:55 pm
C.tesi Mayıs 09, 2009 10:04 am
Çarş. Mayıs 06, 2009 12:49 pm
Ptsi Mayıs 04, 2009 2:29 pm
Cuma Nis. 24, 2009 9:10 am
Cuma Nis. 24, 2009 5:57 am
C.tesi Nis. 11, 2009 11:47 am
Cuma Nis. 03, 2009 4:35 pm
Paz Mart 29, 2009 11:22 am
Salı Mart 17, 2009 2:18 pm
Perş. Mart 12, 2009 7:15 pm
Salı Mart 10, 2009 11:49 am

 

 Gezegenler Hakkında Tüm Bilgiler! NEPTÜN

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
ugly_lord
Admin
Admin
ugly_lord


Erkek Mesaj Sayısı : 193
Yaş : 35
Kayıt tarihi : 13/12/07

Gezegenler Hakkında Tüm Bilgiler!  NEPTÜN Empty
MesajKonu: Gezegenler Hakkında Tüm Bilgiler! NEPTÜN   Gezegenler Hakkında Tüm Bilgiler!  NEPTÜN EmptySalı Tem. 01, 2008 5:05 pm

Gezegenler Hakkında Tüm Bilgiler!  NEPTÜN Neptn
Güneş sisteminin derinliklerinde,Uranüs’ün 1,6 milyar kilometre
ötesinde dev gezegenlerin sonuncusu olan Neptün bulunur. Neptünlü
gökbilimciler -tabii eğer varlarsa- Dünya hakkında hiçbir şey bilmiyor
olmalılar. Ama çok gariptirki Dünyalı gökbilimciler daha onu
gözlemlememişken bile varlığından haberdarlardı.

Onlar bu imkânı, Herschel 1781’de onu tanımlamadan önce de birçok kez
görüldüğü kaydedilen Uranüs vermişti. Flamsteed’in ilk Uranüs kaydı
1690 gibi eski bir tarihtir. Bu gezegen neredeyse yüz yıl boyunca
gözlemlendiği anlamına geliyordu ki bu süre bir Uranüs yılından uzundu.
Dolayısıyla Uranüs için kesin sayılabilecek bir yörünge çizilebir
demekti. Ama maalesef önceki gözlemler ile 1781’den sonra yapılanlar
birbirlerini tutmuyordu. Bir yerlerde yanlış olan birşey vardı. Daha
sonra Fransız matematikçi Alexis Bouvard, eski gözlemleri tamamen
gözardı ederek, yani sadece, Uranüs’ün bir gezegen olduğu tespit
edildikten sonra yapılan ölçümleri kullanarak yeni bir yörünge çizdi.

Ancak bu bile işe yaramadı. Uranüs bir türlü beklenildiği gibi
davranmıyor ve sürekli olarak öngörülen yörüngesinin dışına çıkıyordu.
Üstelik 1822 yılına kadar hızlı hareket ediyor gibi görünmüşken
1822’den sonra yavaşlamıştı. Bu durumda, daha önce hesaba katılmış yeni
bir etkenin varlığı kaçınılmazdı.

1834 yılında, Papaz T.J. Hussey çok ilginç bir fikir öne sürmüştür.
Bilmediğimiz bir gezegen Uranüs’ü etkiliyor olamaz mı? Bu gezegenin
hareketindeki düzensizliği açıklayabilirdi. İzleri takip ederek suçluyu
bulabilirdik.

Hussey, 1835 yılında Greenwich’e Kraliyet Gök Bilimcisi olan George
Airy’ye bir mektup yazacak kadar ileri gitmişti. Onunla pek
ilgilenmeyen Airy, cevabında kuram için, Uranüs üzerindeki herhangi bir
dışsal etkiyi açıklayabilme açısından en ufak bir ümit vaadetmiyor
demişti. Terslendiğini anlayan Hussey ise bu konuyla ilgilenmekten
vazgeçmişti. Bundan sonraki ilk adım 1837 yılında Alexis Bouvard’ın
yeğeni Eugéne Bouvard’dan gelmişti. Airy ile mektuplaşan Bouvard, ona
görünmeyen bir cismin sorumlu olabileceğini yazdığında, ondan, böyle
birşey olsa bile o cismin tespit etmek imkânsız gibi birşeydir diye bir
cevap almıştı. Bu sırada Uranüs de sorun çıkarmaya devam ediyordu. 1841
yılında genç bir Cambridge öğrencisi olan John Couch Adams tarafından
tekrar gündeme getirildi. Adams günlüğüne şöyle yazmıştı:

“Bu hafta başında bir karar verdim, mezun olur olmaz, bugüne kadar
üzerinde pek durulmamış bir konu olan, Uranüs’ün hareketindeki
düzensizlikleri araştıracağım; bu duruma ondan daha uzak henüz
keşfedilmemiş bir gezegen yol açıyor olabilir mi olamaz mı; belki bu
gezegenin yörüngesi veya keşfini mümkün kılacak benzeri bir özelliği
tespit edilebilir.”

1843’te mezun oldu, hem de büyük bir başarıyla. Ve o andan itibaren
Uranüs’ün harektleri üzerinde çalışmaya başladı. Aynı yılın Ekim ayına
gelindiğinde araştırmasının büyük bir bölümünü tamamlamıştı. 1845
yılının ortalarında ise yeni gezegenin konumunu yaklaşık olarak
belirlemişti. Artık tek yapması gereken bir teleskop alıp onu aramaktı.

Adams, gözlem konusunda pek tecrübeli değildi ve kendine yardımcı
olacak birini bulmaya çalıştı. Cambridge Üniversitesi’nde gök bilimi
profesörü olan James Challais ile zaten görüşüyordu. Bir de Airy’ye
mektup yazdı. Böylece yıllar süren ve hiç de hoş olmayan bir dizi
talihsizliğin başlamasına neden oldu. Airy, genç ve tanınmış bir
matematikçiye güvenmediği için olsa gerek, Adams ile hiç ilgilenmedi.
Adams, iki kere onu görmeye gitti. Ancak birincisinde Airy
seyahatteydi; ikincisindeyse uşak Adams’a, Kraliyet Gök Bilimcisi’nin
akşam yemeğini yemekte olduğunu ve rahatsız edilemeyeceğini söyledi.
Adams, daha fazla uğraşmadı ve ona varsayımsal gezegenin uzaklığını gök
bilimi ölçütleriyle 38,4 olarak belirttiği, (ki bu Bode Yasası’na da
uygundu) bir mektup bıraktı.

Airy ona Kasım ayında bir cevap yazdı; ancak mektubunda Adams’ın
gereksiz bulduğu bir soru sormuş olduğundan yine bir sonuç alınamadı.
Airy, hiç kuşkusuz büyük bir gökbilimciydi; ancak düzen ve yöntem
takıntısı vardı. Ayrıca bir karar verdiğinde fikrini değiştirmek
neredeyse imkânsız gibi bir şeydi. O sırada Kanal’ın karşı tarafında da
bazı gelişmeler yaşanıyordu.

Urbain Jean Joseph Le Verrier adlı genç bir Fransız matematikçi de
Uranüs ile ilgileniyordu ve Adams’ınkine benzer bir çalışma yapmıştı.
Tabii ki o sırada Adams’ın çalışmasından haberdar değildi çünkü ortada
basılı herhangi birşey yoktu. Le Verrier olaya daha farklı bir biçimde
yaklaştı ve biri 1845 diğeri ise 1846 yıllarında olmak üzere iki rapor
bastırttı. Airy, bu raporlardan ikincisini okuduğunda Le Varrier’in
sonuçlarının Adams’ınkilere neredeyse tıpa tıpaynı olduğunu gördü.
Böylece yeni gezegen avına başlandı.

Bu durumda Airy’nin, İngiltere’nin en büyük gözlemevinin müdürü ve
Kraliyet Gök Bilimcisi Olarak kişisel bir araştırma yapması beklenirdi.
Ancak o böyle yapmadı. Greenwich’te buna uygun bir teleskop ve Airy
hiçbir koşul altında normal işleyişi bozacak bir harekette bulunma
taraftarı değildi. Challis’i aradı ve üniversitedeki güçlü
Northumberland mercekli teleskobunu kullanarak bir araştırma yapmasını
istedi. Challis pek istemeyerek de olsa bunu kabul etti; ancak elinde o
bölgeye ait gerektiğince iyi bir yıldız çizelgesi yoktu. Bu durumda
çalışmasını çok zaman alan, zor bir yöntemle yürütmesi gerekiyordu.

Le Verrier elde ettiği sonuçları Paris Gözlemevi’ne yollamış, ama
hiçbir sonuç alamamıştı. Sabır, Le Verrier’in sahip olduğu
meziyetlerden biri değildi; bir süre sonra raporunu Berlin
Gözlemevi’ne, J***nn Galle’ye de yolladı ve ondan belirlediği noktaya
bakmasını istedi. Galle bu öneiye sıcak baktı ve genç yardımcısı
Heinrich d’Arrest ile birlikte çalışmalara başladı.

Mükemmel bir teleskobu ve yeni yapılmış bir gök haritası olduğu için
çok şanslıydı; üstelik Le Verrier’in çalışmasına olan güveni de
sonsuzdu. Sonuçta gezegen, gözlem yapılan ilk gece tespit edildi.
Küçüktü ama yuvarlak yüzeyi kolayca farkedilebiliyordu. Ayrıca birkaç
saat içinde hatırı sayılır bir yol katetmişti.

Berlin Gözlemevi’nin müdürü J***nn Encke, bu keşfi duyurmak için zaman
kaybetmedi. 28 Eylül 1846'da Le Verrier’e yazdığı mektupta: “Bayım,
izin verin de sizi gökbilimini zenginleştiren bu parlak keşfimizden
dolayı en içten dileklerimle kutlayayım. Adınız, evrensel genelçekimin
geçerliliğinin en ikna edici kanıtıyla birlikte sonsuza kadar anılacak.
Sanırım bu birkaç kelimeyle bir bilim adamının duymak için beklediği
sözleri özetlemiş oluyorum. Birşey eklemeye çalışmam lüzumsuz olacak.”

Bu arada artık avda yalnız olmadığının farkında olmayan Challis de
Cambridge’de araştırmalarını sürdürüyordu. Le Verrier’in zaferini
duyduğunda, yaptığı gözlemleri inceledi ve gezegeni, gözleme başladığı
ilk dört gün içinde iki kez kaydetmiş olduğunu gördü. Notlarını
karşılaştırdı; sonuçta keşfi kendisinin yapmamış olduğunu kabullenmesi
biraz zor oldu!

Adams’ın Le Varrier ile aynı sonucu bulmuş ve hesaplarını ondan çok
önce bitirmiş olduğunu öğrenen Fransızlar bu duruma çok sinirlendi.
İngilizler keşif şerefini çalışıyorlarmış gibi bir hava yaratılmıştı.
Sonuçta neredeyse uluslararası bir skandal yaşanıyordu. Neyse ki ne
Adams ne de Le Varrier böyle şeylerle ilgilenmiyorlardı; ilk
karşılaştıkları an aralarında bir dostluk doğdu. Üstelik Adams,
Fransızca bilmiyordu; Le Varrier de İngilizce’ye en az onun
Fransızca’ya olduğu kadar yabancıydı. Kısa süren bir tartışmadan sonra
yeni gezegene Roma Deniz Tanrısı Neptün’ün adı verildi.

Neptün keşfedilir keşfedilmez, Uranüs’ün yörüngesi tekrar hesaplandı.
Bu sefer eski gözlemler yerine oturdu. 1882 yılında karşı-konumda olan
Neptün, bu tarihten önce Uranüs üzerinde hızlandırıcı bir etki
yaratmıştı. 1882’den sonra bu durum tersine döndü. Ondokuzuncu yüzyılın
ilk yıllarında Neptün ve Uranüs Güneş’in farklı taraflarında oldukları
için, Neptün’ün Uranüs üzerinde tedirgin edici etkisi belirsizdi.
Böylece Neptün’ün keşfi gecikmiş oldu. Gezegenin dolanım süresi 164,8
yıldır. Ayrıca daha önce de bahsettiğimiz gibi Neptün Bode Yasası’na
uymaktadır.

Bu konuyla ilgili ilginiç bir durum daha vardır. Galileo, 1610 yılının
Ocak ayında, Jüpiter’in dört büyük uydusunu gözlemlerken yaptığı
çizimlerde, komşu yıldızları da göstermiştir. Bu yıldızlardan birinin
Neptün olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Hatta Galileo onun yer
değiştirdiğini bile belirtimiştir; ancak yeni bir cismi farkedemediği
için suçlamaya hiç hakkımız yok sanırım.

Neptün, büyüklük olarak yaklaşık Uranüs kadardır. Aslında ondan azıcık
daha küçüktür; ama hem daha yoğun hem de daha ağırdır. Mavi yuvarlağı
üzerinde Dünya’daki teleskopları kullanarak birşey görebilmek mümkün
değildir. Ancak kısa dalgaboyu kullanarak çekilen bazı fotoğraflarda
birkaç leke farkedilebiliyor.

Neptün bulunduktan hemen sonra, Avrupa’daki en iyi teleskoplardan
birine sahip olan ünlü İngiliz amatör gözlemci William Lassell onu
gözlemlemeye başladı. Lassell, soluk bir halka gördüğünü iddia etti ama
sonradan bir göz yanılması olduğu ortaya çıktı. Gerçek halka sistemi,
1989’da Voyager 2 tarafından keşfedilene kadar bilinmiyordu. Ancak
Lassell büyük uydu Triton’u doğru görmüştü. Dairesel bir yörüngesi olan
Triton, en büyük uydularda az rastlanır biçimde ters yönde dönüyordu.
Voyager öncesi bilinen ikinci uydu olan Nereid’in keşfi, ancak 1949
yılında mümkün oldu. Onu çalışmalarını Teksas’taki McDonald
Gözlemevi’nde sürdüren G.P. Kuiper bulmuştu. Nereid küçük bir uyduydu
ve oldukça dışmerkezli olan yörüngesi bir uydununkinden çok, bir
kuryuklu yıldızınkine benziyordu. Neptün ile arasındaki mesafe
1.345.000 kilometreden 9.000.000 kilometreye kadar değişiyordu. Gezegen
etrafındaki bir tam dolanımını 360 günde tamamlıyordu.



Sayfa başına dön Aşağa gitmek
ugly_lord
Admin
Admin
ugly_lord


Erkek Mesaj Sayısı : 193
Yaş : 35
Kayıt tarihi : 13/12/07

Gezegenler Hakkında Tüm Bilgiler!  NEPTÜN Empty
MesajKonu: Geri: Gezegenler Hakkında Tüm Bilgiler! NEPTÜN   Gezegenler Hakkında Tüm Bilgiler!  NEPTÜN EmptySalı Tem. 01, 2008 5:06 pm

Bunlardan başka daha birçok şey daha biliniyordu. Neptün’ün ekseni,
Uranüs’ünki gibi aşırı eğik değildi. Eksenel eğikliği Dünya’nınkinden
sadece 5 derece daha fazlaydı. Dönüş süresini bulmak zordu, çünkü
gezegen üzerinde görünür bir ayrıntı yoktu. Bu süre, ancak Voyager’ın
geçişinden sonra kesin olarak belirlenebildi ve 16 saat 7 dakika olarak
hesaplandı. Uranüs ve Neptün ikiz gibi görünüyorlardı ama tek yumurta
kizi sayılamazlardı. Neptün, Uranüs’ten farklı olarak güçlü bir iç ısı
kaynağına sahipti. Dolayısıyla daha aktif ve hareketli bir dünya olduğu
tahmin ediliyordu, daha sonra öyle olduğu da kanıtlandı.

25 Ağustos 1989’da Voyager 2, Neptün’ün karanlıkta kalan kutbu
üzerinde, bulutların üst kısımlarının 5000 kilometre kadar yukarısından
geçti. Bu, öbür devlerle yapılan buluşmalarla karşılaştırıldığında
gerçekleşen en yakın buluşmadır. Uzay aracı görevini kusursuz bir
biçimde yerine getirdi. Üstelik oniki yıldan beri yoldaydı ve 6,5
milyar kilometreye yakın bir mesafe katetmişti. Gönderdiği fotoğraflar
ise en az 1979’da Jüpiter’den gönderdikleri kadar kaliteliydi.

Gezegen üzerinde görülen en büyük oluşum, bugün Büyük Kara Benek olarak
adlandırılan iri oval bir şekildi. Neptün üzerinde yer alan bu şeklin
büyüklüğü, Büyük Kızıl Benek’in Jüpiter’e oranıyla aynıydı. Bu iki leke
enlemsel olarak da benzerlik gösteriyorlardı. Yakınındaki bulutlara
göre batıya doğru hareket eden leke, ters saat yönünde dönüyordu.
Üzerinde, metan kristallerinden oluşan ve metan sirriusları olarak
bilinen seyrek bulutlar yer alıyordu. Güneyinde ise dönme süresi çok
daha kısa olan küçük ve değişken bir şekil vardı; bu şekil bugün
Scooter adıyla anılır. Daha da güneye indiğimizde ikinci bir kara leke
(D2) ile karşılaşıyoruz. D2, beş Dünya gününde bir, Büyük Kara Leke’ye
tur bindiriyor. Neptün’ün rüzgârlı bir dünuya olduğu çok açıktır;
rüzgârın hızının saatte 1100 kilometreye kadar çıktığı olur. Diğer dev
gezegenlerde olduğu gibi, dönme süresinin en kısa olduğu yer ekvator,
en uzun olduğu yer ise kutuplardır. Sıcaklık aşağı yukarı Uranüs’ünki
kadardır; Güneş’e çok daha uzak oluşunun yarattığı fark, iç ısı kaynağı
sayesinde kapatılır.

Üst atmosferi, yüzde 85 hidrojen, yüzde 13 helyum, yüzde 1-2 arası
metan oluşturur. Çeşitli bulut katmanlarına rastlanır. Bunlardan en sık
görüleni büyük bir olasılıkla hidrojen sülfitten oluşmaktadır. Daha
yukarıda ise onlardan ayrı ve alttaki bulutların üzerine ışığı süzerek
ileten bulutlar vardır. Tabii düzenli olarak yaşanan bir takım süreçler
de vardır. Söz gelimi, üst atmosferdeki metan Güneş’ten gelen kısadalga
ışınımlarla dağılır ve hidrokarbon halini alır; bunlar aşağı doğru
inmeye başlar, o zaman da önce buharlaşır sonra da yoğunlaşırlar.
Alttaki daha sıcak atmosfere ulaşan hidrokarbon buz parçacıkları,
tekrar metan halini alırlar. Oluşan metan bulutlara üst atmosfere doğru
yükselmeye başlar ve böylece herşey en baştan başlamış olur.

Neptün’ün iç yapısı büyük bir olasılıkla Uranüs’ünkine benzemektedir.
Demir silkatlı bir çekirdeği olabilir. Kürenin kendisinin de esas
olarak buzlardan, özellikle de su buzundan oluştuğu tahmin
edilmektedir. Çekirdeğin kesin bir şekilde ayrı olup olmadığı ise
bilinmemektedir; ancak bariz bir sınırı olduğundan çok, aşamalı olarak
karıştığı düşünülmektedir. Sonuçta bilinen birşey var ki o da Neptün’ün
etrafa, Güneş’ten aldığı enerjininm 2,8 katı daha çok enerji yayıyor
olduğudur. Bu da sıcaklığın niçin Uranüs’ünkinden daha düşük olmadığını
açıklar.

Gezegen elde herhangi bir kanıt olmadığı halde beklenileni doğrular
biçimde radyo dalgaları yaymaktadır. Aslında gerçek sürprizi, manyetik
alanın, neredeyse Uranüs’ünki kadar eğik oluşu yaratmıştır. Dönme
ekseni ile manyetik eksen arasındaki açı 47 derecedir; ve yine
Uranüs’te olduğu gibi manyetik eksen gezegenin merkezinden geçmektedir.
Uranüs’ün manyetik ekseninin bu garip duruşuna, dönme ekseninin aşırı
eğik oluşunun yol açtığı zannediliyordu, ancak sonradan bir ilgisi
olmadığı anlaşıldı. Bu konu hâlâ esrarını korumaktadır.

Voyager öncesinde, Neptün’ün önlerinden geçtiği yıldızların gözlem-
lenmesi sonucunda, gezegenin tam olmayan halkalara, başka bir değişle
halka yaylarına, sahip olabileceği sonucuna varılmıştı. Ancak Voyager 2
oraya vardığında gezegenin Uranüs’ünkilerden bile daha net, beş tam
halkası olduğu görüldü. Çok düzgün değillerdi; ana halkanın içinde daha
parlak olan bazı bölgeler vardı. Halka sistemini oluşturan bütün
parçalar biraraya getirilecek olsa ortaya 5 km çaplı bir uydu ancak
çıkardı.

Yeni küçük uydular bulunacağı umuluyordu; öyle de oldu. Voyager altı
uydu tespit etmişti: Naid, Thalassa, Despina, Galetea, Larissa ve
Proteus. En büyükleri olan Proteus’un çapı 415 km kadardı. Aslında
Nereid’den daha büyüktü ama Neptün’e çok yakın olduğundan Dünya’dan
görülmesi imkânsızdı.Voyager, onun bir fotoğrafını çekmişti; fotoğrafta
Proteus’un engebeli ve kraterli bir yüzeye sahip olduğu
görülebiliyordu. Galatea, halkalarından birine çok yakın bir konumda
hareket ediyordu yani büyük bir olasılıkla bir çobandı. Ancak dikkatle
yürütülen aramalara rağmen, başka bir halka çobanı bulunamamıştı. Yeni
bulunan uyduların hepsi de gezegene hem Trito’dan hem de Nereid’den
daha yakındı.

Voyager 2, Neptün’ün kuzey kutbu üzerinden geçtikten beş saat sonra,
artık gerçekten de son hedefi olan Triton’a ulaştı. Triton oldukça
etkileyici bir dünyaya benziyordu. Olduğu zannedilenden daha küçüktü;
çapı topu topu 2705 kilometreydi; yani bizim Ay’ımızdan bile daha
ufaktı. Yüzeyinin bulutlar yüzünden görülemeyeceği düşünülmüştü; ancak
bu da doğru çıkmadı. Triton’un atmosferi o kadar inceydi ki, görüşü
ancak hafif bir sis kadar etkileyebiliyordu. Yüzeyi, Satürn ile
Uranüs’ün orta boylu veya küçük uydularınkilerle karşılaştırıldığında,
daha fazla kaya ve daha az buzdan oluşuyordu. Ayrıca yüzey sıcaklığı da
oldukça düşüktü. -236*C (-400*F) olan sıcaklığıyla Triton, insan yapımı
bir sondanın o güne kadar ziyaret ettiği en soğuk dünyaydı.

Triton’un yüzeyi bir buz tabakasıyla kaplı gibi görünüyordu. Bu
tabakanın altta su buzu, üstte de onu örten nitrojen ve metan
buzlarından oluştuğu zannediliyordu. Su buzu spektroskop kullanılarak
saptanmıştı. Ama olması gerektiği düşünülüyordu; çünkü nitrojen ve
metan buzları yüzey şekillerini uzun süre muhafaza edebilecek kadar
güçlü değillerdir ve genellikle hareket etme eğiliminde olurlar.
Aslında Triton üzerinde fazla yüzey şekli de bulunmuyordu; söz gelimi
hiç dağ yoktu, dolayısıyla uydu üzerindeki en alçak bölge ile en yüksek
bölge arasındaki fark 70-80 metreyi geçmiyor olmalıydı.

Güneş ışığı güney kutbu, nitrojen karı ve buzu nedeniyle pembe
görünüyordu. Renk oldukça çarpıcıydı; ayrıca orda burda ilk başta neden
oldukları açıklanamayan bazı ilginç lekeler de vardı. Normal
kraterlerin sayısı son derece azdı, ancak büyük bir olasılıkla artık
donmuş olan amonyak su karışımı bir sıvının akmasıyla açılmış geniş
izler vardı. Pembe kutup takkesinin kenarında, ince metan buzu
kristalleri yüzünden o renk görünen mavimsi bir bölge göze çarpıyordu.
Ekvatora doğru indiğimizde, uzun çatlakları ve yumuşak engebeleriyle
kavun kabuğuna benzetildiği için Kantalup Arazisi olarak adlandırılan
bölgeyi görürüz. Diğer yerlerde ise çukurlara ve bazılarının gutta
dediği, mantara benzeyen garip şekillere rastlarız. Ayrıca bir de
muhtemelen su buzundan oluşmuş ortaları düz, basık, donmuş göller
vardır.

Pembe kutup takkesini de içine alan bölge yani Uhlanga Regio’da koyu
renkli lekeler göze çarpar. Donmuş yüzeyin altında sıvı nitrojenden
oluşan bir katman varmış gibi durmaktadır. Bu nitrojen bir gün herhangi
bir nedenle kabuğun üzerine çıkacak olursa, basınç nedeniyle artık sıvı
olarak kalamayacağı noktaya geldiğinde patlayacak, nitrojen buzu ve
buharından oluşan bir sağnağa neden olacaktır. Sonuçta fışkıran
parçacıklar ince atmosferi aşıp etrafa dağılacaktır. Bu durumda
lekelerin gayzer olduğu söylenebilirdi yani Triton aktif bir dünyaydı
ki böyle birşey kesinlikle beklenmiyordu. Bir başka açıklama da
yüzeydeki toz parçacıklarının güneş ışığını tutarak sıcaklığı
nitrojenin kaynama noktasının üstüne çıkardığı yönündeydi. Ancak her
iki açıklama da gayzer fikrini geçerli hale getiriyordu. Fışkıran
parçacıklar 8 kilometre yükseğe çıkabilir ve rüzgârla 150 kilometre
kadar taşınabilirdi. Triton’un atmosferi nitrojen ve metan gazlarının
bir karışımından oluşuyordu. Uydunun yüzeyindeki basıncın sadece
1/70.000’i kadardı.

Elimizdeki verileri değerlendirdiğimizde Triton’un oldum olası
Neptün’ün uydusu olmadığı, bir zamanlar bağımsız bir cisim olduğu
sonucuna varabiliriz. Uydu, Neptün tarafından yakalandığında, büyük bir
olasılıkla eliptik bir yörüngeye sahipti; ancak sonrasında geçen bir
milyar yıllık süre yörüngeyi dairesel bir şekil alması için zorlamış
olmalıydı. Bu süre boyunca uydunun içi çalkalanıp ısınmış iç kısımları
oluşturan madde yüzeye çıkmıştı; sonuçta da orada donup kalmıştı. Pembe
karı ve nitrojen gayzerleriyle Triton, Güneş sistemindeki dünyaların
hiçbirine benzemez.

Yakın gelecekte yapmayı istediğimiz şeylerden biri de Triton’u bir kez
daha görebilmek olsa gerek. Triton mevsimleri son derece uzun ve
karmaşıktır; Bu mevsimler boyunca buz dağılımında önemli değişiklikler
meydana gelir. Nitrojen buzu tıpkı bir buzul gibi yüzebilir; hatta bir
kutuptan diğerine kadar gitmeleri bile mümkündür. Ne yazık ki bugün
için, Güneş sisteminin dış kesimlerine yeni sondalar göndermek söz
konusu değildir. Bu da orayla ilgili yeni şeyler öğrenmek için daha çok
bekleyeceğimiz anlamına gelmektedir. Üstelik yörüngesi oldukça dış
merkezli olan Nereid, Voyager 2’nin geçişi sırasında görüntüleme
açısından uygun olmayan bir konumdaydı; dolayısıyla onun hakkında çok
az şey biliyoruz.

Neptün’den bakıldığında güneş ışığı en az 700 dolunay kadar güçlü bir
şekilde görünecektir. Başka bir deyişle, bir metre uzakta yanan normal
bir mum alevinden sekiz kat fazla biçimde. Neptün’den bakıldığında
güneş ile Venüs arasındaki uzanım 11/2 derece. Dünya 2 derece, Mars 3
derece, Jüpiter ise 10 derece olacaktır. Satürn, uygun konumda
olduğundan çıplak gözle görülebilecektir. Bu arada Satürn’ün Neptün’e
bize olduğundan daha uzak olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Ancak Uranüs
bile uzun süreler boyunca gözden uzak olacaktır. Dolayısıyla Neptün’lü
gök bilimciler var olsalardı diğer gezegenler hakkında çok az bilgi
sahibi olacaklardı.

Neptün bizi ana Güneş sisteminin sınırına getirir. Tabii Plüton da var
ama Neptün’e uzun süre boyunca gezegen ailesinin en dıştaki üyesi
olarak bakılmıştı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Gezegenler Hakkında Tüm Bilgiler! NEPTÜN
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
DELPHIN :: UZAY & BİLİNMEYENLER-
Buraya geçin:  
Forum kurmak | ©phpBB | Bedava yardımlaşma forumu | Suistimalı göstermek | Cookies | Son tartışmalar