DELPHIN
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
DELPHIN


 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap
İstatistik
Konu Yazan GöndermeTarihi
Paz Ağus. 30, 2009 5:57 am
Perş. Haz. 18, 2009 2:24 pm
C.tesi Haz. 13, 2009 3:42 pm
Cuma Haz. 12, 2009 11:53 pm
C.tesi Mayıs 30, 2009 5:34 am
C.tesi Mayıs 30, 2009 4:47 am
Cuma Mayıs 22, 2009 5:16 pm
C.tesi Mayıs 16, 2009 8:34 am
Perş. Mayıs 14, 2009 6:55 pm
C.tesi Mayıs 09, 2009 10:04 am
Çarş. Mayıs 06, 2009 12:49 pm
Ptsi Mayıs 04, 2009 2:29 pm
Cuma Nis. 24, 2009 9:10 am
Cuma Nis. 24, 2009 5:57 am
C.tesi Nis. 11, 2009 11:47 am
Cuma Nis. 03, 2009 4:35 pm
Paz Mart 29, 2009 11:22 am
Salı Mart 17, 2009 2:18 pm
Perş. Mart 12, 2009 7:15 pm
Salı Mart 10, 2009 11:49 am

 

 Münzevi Bir Yıldız Cemil Meriç

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
ultrAslan
Admin
Admin
ultrAslan


Erkek Mesaj Sayısı : 1864
Location : İstanbul
Kayıt tarihi : 04/04/08

Münzevi Bir Yıldız Cemil Meriç Empty
MesajKonu: Münzevi Bir Yıldız Cemil Meriç   Münzevi Bir Yıldız Cemil Meriç EmptySalı Tem. 01, 2008 5:27 pm



Münzevi Bir Yıldız Cemil Meriç

Aytaç ÖZKAN








Kültür semamızın ‘münzevi yıldızlar'ından biri Cemil Meriç... Ne
hazindir ki, âdetâ unutuldu bu büyük mütefekkir. Halbuki o, kendini
irfana adayan bir fikir işçisiydi.
Tanzimattan beri devamlı bir arayış içerisinde olan intelijansiyamızla
paralellik arz eden, fırtınalı, dağdağalı müthiş bir macera. İmandan
şüpheye, şüpheden inkâra, inkârdan maddeciliğe ve nihayet tekrar aslına
rücu eden bir hayat. Biraz daha yakından tanımak için ruh dünyasına
girelim isterseniz. Çünkü, “Bir adamı tanımak için, düşüncelerini,
acılarını, heyecanlarını bilmemiz lâzım hiç değilse. Hayatın maddî
olaylarıyla kronoloji yapılabilir ancak. Kronoloji, aptalların tarihi.”


Gençliği ve Şahsiyetinin Teşekkülü
1916 Hatay doğumlu bir muhacir çocuğu Cemil Meriç... Ailesi Balkan
Savaşları esnasında Yunanistan’dan hicret etmiş. Çocukluk yılları pek
parlak değil, çevresiyle uyuşamamakta. Babası hep çatık kaşlı, annesi
hep mızmız, kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yemekte, hep
hakarete uğramakta. Gözleri de 6 numara miyop, durumundan bir hayli
muzdarip: “Şikâyet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar
oynuyor, ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim
başka ve gözlüklerim var, kendimden utanıyorum.” İlk mektebi
bitirdikten sonra Antakya Sultanisi’ne kayıt yaptırır. Fransızca’yı
mükemmel seviyede bilmekte, İngilizce’yi anlamakta, Arapça’yı ise kendi
tabiriyle sökmektedir. Düşman bir dünyada dostsuz büyümüş, daima başka,
daima yabancı... Hasta bir gurur, pencerelerini dış dünyaya kapayan bir
ruh... Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara sığınır: “Yaşamak
için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Anlıyorum ki zalim ve
kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çâresi reel dünyadan kitapların
dünyasına sığınmak.” Lisede iken sınıfta karaladığı üç beş sayfa,
hocası Lami Bey’in çok hoşuna gider ve umulmadık iltifatlara mazhar
olur. Artık daha çok okumaya, daha çok yazmaya başlamıştır. Liseyi
bitirene kadar kompozisyonlarda hep birincidir. Türkçesi zengindir,
çünkü çok okumuştur. Yaptığı temrinler yazı kabiliyetini bir kat daha
geliştirir. Yazı hayatının ilk gurur darbesini lise 3’te yer. Tarihle
ilgili 15/20 sayfalık bir kompozisyon karalar, 20 üzerinden 7 alır.
Anlar ki aklına geleni yazmak, 'yazmak' demek değildir. Yine bu
günlerde Yenigün Gazetesi’nde ilk yazısı yayınlanır: Geç Kalmış Bir
Muhasebe... Ardından Karagöz’de şiirler yazar. Onun için edebiyat, şiir
demektir. Nabi’ye, Fuzuli’ye, Nedim’e meftundur. 18 yaşı tecessüsünün
yıldızlara yelken açtığı çağdır, fetih ve macera çağı. Onbirinci
sınıfta okuduğu Madde ve Kuvvet hayatını değiştirmiştir.
Çevresindekiler inanıp inanmadıklarını bilmemektedirler, o ise
inanmadığını bilmektedir artık. Ateizm bir kaledir onun için. Nazım’ı
da o yıllarda okur, okur ama anlamaz ve sevmez; “Nazım bir davanın
kanatlarında yükseldi, şairi mitoslandıran uğradığı zulümler oldu.”
der. Kapital, anlamasa da okuduğu kitaplar arasındadır. Zola’yı
sevmektedir, çünkü Zola dinsizdir. Balzac’a da hayrandır ama
Hıristiyanî tarafı onu rahatsız etmektedir. Buchner, Nordau ve Marx onu
mistisizmden öylesine soğutmuşlardır ki vaaza benzeyen her düşünceye
kulaklarını tıkar. 1939’da Hatay’da evi aranır, akabinde nezaret ve
hapis. Mahkemede marksist olduğunu haykırdığında aslında tek işçinin
bile elini sıkmış değildir. “Allahsız bir çölde akıp giden başıboş bir
ırmaktır” gençliği...

İstanbul’a ilk gelişinde fetih ümitleriyle dopdoluydu. Âdetâ bir gazaya
koşmaktaydı. Ama umduğunu bulamamış, yıllarca aç kalmıştı İstanbul’da.
Açtı, gurbetteydi ve tekti. Ruhun açlığı... Anlaşılmayan bir kalp,
anlaşılmayan bir kafa ve anlaşılmayan bir vücut... Bütün hayatı
vermekle geçmişti; bilgisini, zamanını, kalbini... Kendisinin olmayan
bir dava yüzünden damgalandı. Ve uğrunda çarmıha gerildikleri onu
taşladı. Bir pansiyon odasındaydı, koca şehirde yapayalnız, kültürüyle
yalnız, ızdıraplarıyla yalnız. Nihayet bir taşralı tecessüsüyle
sürüklendiği bu gürültülü dünyadan kitapların asude inzivasına iltica
etmişti. Kitap bir limandı onun için. Kitaplarda yaşadı ve kitaptaki
insanları sokaktakilerden daha çok sevdi. Kitap onun has bahçesiydi.
Hayat yolculuğunun sınır taşlarıydı kitaplar. Ayrı bir dil konuşuyordu
çağdaşlarıyla. Gurbetteydi; vatanı Don Kişot’un İspanyası'ydı.
İstanbul’da çıkan ilk yazısı Honore de Balzac olur (1941).

1942’de İstanbul’da Fevziye Menteşoğlu’yla tanışır ve evlenirler. Bir
kadın ilk defa onun adını taşımaya razı olmuştur: “Hayatım bir
trajedidir. Birinci perde evleninceye kadar geçen zaman. Yıldızsız,
Allahsız, cıvıltısız, katran gibi bir gece. Vıcık vıcık ızdırap. Birkaç
şehri fethe yeten bir enerji yel değirmenlerine saldırmakla harcanır.
İkinci perde izdivaçla başlar. Daha büyük, daha derin, daha uzun
acılar. Fakat vahaları olan bir çöl bu ve göğü yıldızlarla dolu;
çocuklarım, kitaplarım...” İşi yoktu, parası yoktu, dostu yoktu... Daha
çok çalışmak zorundaydı. Kitap bitmeden para vermiyorlardı, kitap
bitmiyordu. 1947’e İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Fransızca
derslerine girmeye başlar. Talebe perişandır. Dilini unutan bir nesil,
yabancı dili nasıl sevsin ki? 38 yaşında gözlerindeki miyopun artması
sonucu kör olur Cemil Meriç. Yurt dışında başarısız bir dizi ameliyat
geçirir, netice hüsran. Acılarını dev aynasında büyüten rezil bir
haysiyeti vardır: “Gözlerimi yani her şeyi kaybetmiştim. Tekrar çarka
takıldım. Ölümü bir münci olarak arıyordum. Meselelerimi ancak o
çözebilirdi, korkak olduğum için intihar edemedim. Vazifelerim
bitmişti... Beklediğim hiçbir şey yoktu. Yazdıklarım hiçbir yankı
uyandırmamıştı. Ne yazacaktım?”

60’lara kadar tecessüsünün yöneldiği tek kutup Avrupa’ydı.
Coğrafyasında Asya yoktu. Hint onun için Asya’nın keşfi olmuştu. Kolomb
Asya’yı ararken Amerika’yı bulmuş, o ise Avrupa’yı incelerken Hint’le
karşılaşmıştı. 1964’te Bir Dünyanın Eşiğinde yayınlandı, fakat pek
rağbet görmedi: “O kitaba harf harf hayatımı işledim. 4 yılım sayfa
oldu. Hint rüyalarımla, hicranlarımla benim. Benim türbem. Bugün
ziyaretçisi yoktu bu türbenin, yarın olacak mı?” Aynı yıllarda İstanbul
Üniversitesi’nde Sosyoloji dersleri vermeye başlar. Talebe hoca
münasebetlerini asilleştirmeye çalışır: “Ben insan haysiyetine
yakışmayan bu talebe hoca komedyasını kudret ve kabiliyetim nispetinde
asilleştirmek hayaline kapıldım. Örneğim yoktu. İrfan, toprağı
dişlerimle ve tırnaklarıma kazarak yedi kat yerin dibinden çıkarmıştım.
Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne
haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır.
Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.”

Üstad politikaya da itibar etmemekte ve politikanın kurtarıcılığına
inanmamaktaydı. “Önünde bir çok yollar var: Politika bunlardan biri.
Belki en aldatıcısı olduğu için en cazibi. Mutlakın ve sonsuzun rüyası.
Mukaddes bir abes. Bana sorarsan kütüphanene dön, yani kitap ol,
aydınlan ve aydınlat. Neden İşçi Partisi’ne girmiyorsun? Girmem, çünkü
benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak
isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum.”

68’lere kadar insanlığın düşünce tarihini tavaf eden bir şakirtti Cemil
Meriç. Düşünmüyordu, başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeye
çalışmaktaydı. Uzun süren bir çıraklık bu. Ne sağdaydı artık, ne de
solda; münzevî bir aydındı o. Zaten iki kesim de kendisini
dışlamaktaydı: “Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan
kaçıyor, küskün. ‘Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış. Peki siz basın!
Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Son tahlilde, hudutlu
imkânlarımızı isteyene bekletmekten başka çare yok. Sol, sağın
gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz. Neye ve kime?”
Kullandığı dil sebebiyle sol onu dışlamaktaydı. Fakat her şeye rağmen
o, “kâmusa uzanan eli namusa uzanmış” sayar ve kendi öz kültürünün
kelâmını kullanmaktan asla vazgeçmez.

1970’lerden itibaren gerçek bir entelektüeldir artık ve tomurcuk
hâlindeki düşünceleri çiçeklenmeye başlamıştır. 1974’te yayınlanan Bu
Ülke’yi şöyle takdim eder: “Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani bütün
sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor
ki, hayat denen bu mülâkata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti
kemiğimin kemiği.” 1978’de Umrandan Uygarlığa ve Mağaradakiler; 1980’de
Kırk Ambar... “Kırk Ambar bir mefhumlar kâbusu, derbeder ve dağınık bir
ansiklopedi. Başka deyişle, kurmak istediğim büyük abidenin birkaç
sütunuyla birkaç odası.” Ardından diğerleri: Bir Facianın Hikâyesi,
1981; Işık Doğudan Gelir, 1984; Kültürden İrfana, 1985; Jurnal I, 1992;
Jurnal II, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, 1993... Bunun yanında
yabancı dillerde neşredilen birçok eseri de dilimize kazandırır. Fakat
ilk yazılarıyla son yazıları arasında büyük bir fark yoktur. Ağaç dal
budak salıp büyümüştür o kadar.

Üslûbu ve Fikirleri
Tokatlayan, uyandıran, gebe bırakan bir üslup. Müthiş çarpıcı
ifadelerle perdeyi açar, tonu hiç düşürmez, yapraklar ellerinizden
kayıp gidiverir. Çok ağır temalardan bahisler açmasına, derin
tahlillere girişmesine rağmen sıkılmazsınız, dış dünyayla irtibatınız
kopar ve yazının bittiğinin farkına bile varmazsınız. Fildişi kulesine
kurulur, kendinden son derece emin bir şekilde sıralayıverir
hükümlerini. Bu Ülke’de seyeran ederken ayaklarımız yerden
kesilivermiştir. Yakamızdan tutup silkelemiştir bizi âdetâ. Türk
insanının uyuşan şuuruna alevden mızrak gibi saplanacak bir ifade
yaratmak istiyordu. Cemil Meriç, bütün birikimi, bütün çalışması, bütün
anlama cehdi, aylarca süren okumalar, yıllar boyu şekillenen düşünceler
sonucu vardığı hükümleri, “cüruflarından” temizledikten, elması
kömürden ayırıp yonttuktan, işledikten sonra, kadife bir mahfaza içinde
okuyucusuna sunan bir kuyumcu, bir sanatkâr. Öğretmek endişesinden çok
öğrendiğini, özümsediğini, biraz da gururla, bazen kibirle
çağdaşlarının suratlarına fırlatan mağrur bir yazar. Karşımızda
ürperten, coşturan, tedirgin eden nefis bir üslup, imbikten
geçirilmişçesine damıtılmış bilgi damlaları, inci taneleri gibi pırıl
pırıl. Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmanın
en mükemmel silahı kalemdir ona göre. “Sözle yazıyla kazanılmayacak
savaş yok... Kalem sahiplerine düşen ilk vazife: telaş etmemek,
öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye,
sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferleri başka bir kılıç yok
edebilir. Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarihe, yani
ebediyete...” Ona göre gerçek entelektüel, gerçek münevver, önce
ülkesinin haklarını, düşman bir dünyaya haykırmakla görevliydi. Şu veya
bu sınıfın ideologu ve demagogu olmadan ülkesinin bütününü bütün
ülkelere karşı müdafaa etmeliydi. Her şeyi kendi gözüyle görmeli,
hakikatleri pervasızca çağının suratına fırlatmalıydı. Tanzimatla
birlikte insanından kopan aydınımız ne kendini tanımaktaydı ne
Avrupa’yı. İnsanından kopan intelijansiyamızın hâli suya nakış çizmeye
benzemekteydi. Halbuki apayrı bir medeniyetin çocuklarıydık. Düşman bir
medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil.
“Bütün Kur’ân’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalı'nın gözünde
Osmanlıydık; Osmanlı yani İslâm; karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın!
Avrupa maddeciliğine rağmen Hıristiyan’dı; sağcısıyla solcusuyla
Hıristiyan. Hıristiyan için tek düşman bizdik: Haçlı ordularını
bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet. Genç cüce,
müselsel zilletler sonunda ihtiyar devin zaaflarını keşfetti; ahde
vefa, civanmertlik, merhamet... Aşağıdan aldı, hulus çaktı, yaltaklandı
ve... nihayet alt etti devi. Cenk meydanlarında değil, yatak odalarında
kazanılan bir zaferdi bu. Zavallı Türk aydını... Batılı dostları
alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalıştı. Sonra unuttu
hazineleri olduğunu, düşmanın putlarını takdis etti, hayranlıklarını
benimsedi. Ve nihayet dev papağanlaştı...”

Bu kadar fırtınalı, soluk soluğa, muzdarip ve sorumlulukları ağır bir
hayatın tekâlifine daha fazla tahammül edemeyen Meriç, 1984’te önce
beyin kanaması ardından felç geçirir. Kendisini yatağa mıhlayan uzun
bir hastalık sonucunda 13 Haziran 1987’de, kızı Prof. Dr. Ümit Meriç
Yazan'ın ifadesiyle, 'Muhammed! Sevgilim!...’ diyerek vefat eder.
Vefatının üzerinden 14 yıl geçmesine rağmen –Türkiye’de az bir kesim
müstesna– hâlen anlaşılamamıştır Cemil Meriç. Hayatını ‘öğrenmek ve
öğretmek’ şeklinde hulasa eden; bizi, Batı'yı ve Doğu'yu çok iyi
tanıyan; günümüz Avrupa’sının gelişim safhalarını ve kültürel
temellerini çok iyi bilen bu fikir adamı ne dün anlaşılabildi ne de bu
gün. Ne diyelim, hiç olmazsa yarın anlaşılması dilek ve temennisiyle...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.herkul.org/
 
Münzevi Bir Yıldız Cemil Meriç
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
DELPHIN :: BİYOGRAFİ-
Buraya geçin:  
Yetkinforum.com | ©phpBB | Bedava yardımlaşma forumu | Suistimalı göstermek | Cookies | Son tartışmalar