Birisi,
sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse,
O nakledenler de
bezmişim ben, bu sözden de bezmişim.”
[8] Diyen ve:
“Vehimle akıl,
mihenk olmadıkça meydana çıkmaz. Her ikisini de hemen mihenk taşına vur!
Bu mihenk,
Kur’ân’dır, Peygamberlerin halleridir. Onlar da, mihenk gibi kalpa “gel”
derler.
Gel de benim
yüzümden ne hâle geldiğini gör! Çünkü sen, ne çıkışımın ehlisin, ne inişimin.”
[9] Hakikatini şiir diliyle
beyan eden Mevlânâ Celâleddin Muhammed Rûmî, “Şeriat” gerçeğini şöyle anlatır:
“Şeriat, şerri
gidermek için bir güzelce okuyup üflemeseydi herkes, iş arkadaşını paramparça
ederdi.
Şeriat, şerri
gidermek için bir karar verir de, şeytanı, reddedilemez delil şişesine sokar.
Tanıkla, andla,
andı bozuşla neyler, eyler, boşboğaz şeytanı şişeye tıkar.
İki zıddı da
hoşnud eden bir terazidir şeriat. Böylece aslı olmayanı da, olanı da bir araya
getirir.
Gerçekten de bil
ki şeriat, kileye, teraziye benzer. Onun yüzünden iki düşman de savaştan,
kinden kurtulur.
Terazi olmasa o
düşman, aldatılmak vehminden nasıl kurtulur, çekişmekten nasıl vazgeçer.”
[10]Mevlânâ
Celâleddin Rûmî’nin şiir diliyle beyan ettiğine göre Şeriat, hakikatın terazisidir...
Hakikat, Şeriat, terazisiyle tartılır ve değeri ortaya çıkar.... Şeriat
terazisine, yani şeriat ölçüsüne uymayan şey hakikat değildir...
Hakikat, ancak şeriate uyarsa doğrudur... Şeriate uymayan hakikat değildir...
Şeriat, hakikatın tâ kendisidir!..
Ahmed er-Rifâî,
“el-Burhanu’l-Müeyyed” adlı eserinde, Şeriat, fukaha, dinin zahir ve batını
için söyledikleri değerli tesbitler anmak yerinde olur... Uzun bir alıntı da
olsa bu konuda önemli olduğu için aktarmakta fayda görüyoruz...
Şöyle diyor Ahmed
er-Rifâî:
“Efendiler!
Evliyâ ve
âriflere hürmet ettiğiniz gibi, fukaha ve Ulemâya da hürmet ediniz. Çünkü yol
birdir. Fukaha ve Ulemâ, şeriatın zahirinin varisi ve insanlara Hakk’a vasıl
olmanın yolu olan ahkâm-ı şer’iyyeyi öğreten hamele-i Kur’ân’dır. Şeriate Muğayir olan bir yolla amel ve mücahede bir
fayda sağlamaz. Bir adam, şeriate uygun olmayan tarzda velev beşyüz sene
ibadetler meşgul olsa, ibadeti kendine racidir, yani merdûddur. Sevab kazanmadığı
gibi, günahı mûcib olur. Kıyamet gününde Allah ona, hiçbir sevab vermez. Dinini-diyanetini bilen fakihin kıldığı
iki rek’at namaz, dinini-diyanetini bilmeyen dervişin kıldığı iki bin rek’attan
daha efdaldir.
Siz, ulemânın
hakları ihmalden sakının. Onlar hakkında hüsn-i zann sahibi olmaya bakın. Ancak
âlimlerden takva sahibi olan ve Allah’ın kendilerine öğrettikleriyle amel edenler
gerçek velîlerdir. Onlara hürmeti muhafaza ediniz.
Peygamberimiz
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Bildiğiyle amel
edene Allah, bilmediğini de öğretir.”
[11]Yine
Peygamberimiz (s.a.s):
“Âlimler,
Nebîlerin varisleridir.” buyurmuştur.
[12]Varis-i Nebi olan
bu zevat, insanların efendileridir, mahlukatın eşrafıdır, hak yola delâlet
eden rehberlerdir. Bazı sufilerin dediği gibi, “biz ehl-i bâtınız, onlar, yani
ulemâ ehl-i zâhirdir” deme!
Bu din, zâhir ve
bâtını câmidir. Bâtın, zâhirin özü ve içi, zâhir de özün ve bâtının zarfıdır.
Zâhir olmazsa, bâtın olmaz. Zâhir olmayınca, bâtın sıhhat bulmaz. Kalb,
cesedsiz kaim olamaz. Cesed olmayınca da kalb sâlim olmaz. Kalb, cesedin
nûrudur. Bazılarının ilm-i bâtın dediği bu ilim, aslında ıslah-ı kalbdir. Evvelâ,
amel bi’l-erkân yani rükünlerle amel ve kalb ile tasdik lazımdır.
Adam öldürme,
hırsızlık, zinâ, ribâ (faiz) içki, yalan, kibir gibi günahlarla beraber
kalbteki iyi niyetin ve gönüldeki temizliğin ne faydası vardır? Kalb
temizliğinin rükûn ve fiillerde de görünmesi lazımdır.
Allah’a ibadet
ediyorsun, iffet sahibisin lisanına sahibsin, sadaka veriyorsun,
tevazu ehlisin, fakat kalbinde fesad ve riyâ gizli...
Böyle bir amelin sana ne faydası var?
Şimdi iyice
anlaşılmıştır ki bâtın, zahirin özüdür. Zâhir, Bâtının zarfı olup aralarında
farklılık yoktur. Ve hiçbiri diğerinden müstağnî değildir. “Ben, ehl-i zâhirim”
dediğin zaman âdeta ehl-i bâtın olduğunu da ikrar etmiş olursun. Yine kezâ
“şeriatın zâhirine bağlıyım” dediğin zaman da, bâtın-ı hakikatı zikretmiş olursun.
Sufîlerin hangi
hâli vardır ki şeriat, onun yapılmasını emretmemiş olsun. Yine ehl-i zâhirin
hangi hâli vardır ki onun, ıslah-ı bâtınını zâhir-i şer’ emretmemiş bulunsun!
Öyleyse siz, zâhir ile bâtının arasını ayırmaya çalışmayınız. Çünkü zâhir ile
bâtını birbirinden ayırmak, sapıklık ve bid’attır.
Âlimlerin ve fukahanın
hukukunu ihmal etmeyiniz. Zira bu durum, cahalet ve ahmaklıktır. İlmin lezzeti
sizi, amelin acılığında, zorluğundan alıkoymasın! Çünkü ilmin lezzeti, amelin
acılığı olmadıkça hiçbir şeye yaramaz. Amelin acılığı ve zorluğu ise, ebedî
tatlılığı doğurur.
Nitekim
Kur’ân’daki:
“Şübhesiz Biz,
güzel bir amel işeyenin mükafatını zayi etmeyiz.”
[13] Ayet-i
Kerimesi, amellerin bu ebedî mükafatına delildir.
İhlâs, amellerin
dünya ve ahiret için değil, mahza Allah için olmasıdır. Kul, Allah’a iman,
emrine imtisâl ve rızasına talîb olarak her hâl iş ve sözünde, O’na karşı
hüsn-i zann üzere olmalıdır.
Efendiler!
Devamlı sûrette:
-Hâris Muhâsîbî
şöyle dedi, Ebu Yezid böyle söyledi, Hallac bunu söyledi deyip duruyorsunuz. Bu
ne hâldir böyle?!
Hâlbuki siz,
bunlardan önce İmam Şâfiî ne dedi, İmam Malik ne buyurdu, İmam Ahmed ve İmam
Numan ne buyurdu? Bunları araştırarak
Muâmelatı bunların görüşleriyle tashih etmelisiniz.
Ondan sonra da
diğer sözler üzerine düşünmelisiniz!
Ebu Yezid ve
Hâris böyle dedi, demek hiç bir şeyi arttırmaz da, eksiltmez de. İmam Malik ve
İmam Şâfiî’nin söyledikleri ise, en başarılı yol ve en kestirme usûldur.
Şeriat binasının
sütunlarını ilim ve amel ile yükseltiniz. Sonra da ilim ve amel ahkâmının
inceliklerini himmetinizle yüceltiniz. İlim meclisi, yetmiş yıl ibadetten daha
efdaldır. Tabîi burada ibadettten maksad, farzlarının
dışında ilimsiz olarak yapılan nâfile ibadetlerdir.
“Hiç bilenle,
bilmeyenler bir olur mu?”
[14]“Hiç karanlıkla,
aydınlık eşit olur mu?”
[15]Tarikat şeyhleri
ve hakikat meydanının Sûvarîleri size:
-Ulemânın
eteklerine yapışın! derler.
Ben de size,
felsefeyle meşgul olun, demem. Fakat fıkıh ile uğraşın derim!”
[16]Ahmed
er-Rifâî’nin hakikatın en güzel ifadesi
olan bu tesbitlerinden sonra İmam Rabbânî diye şöhret bulmuş olan Ahmed Faruk
es-Serhendî’nin meşhur eseri olan
“Mektubât” ta yer alan kırksekizinci mektubuna!....
İmam Rabbânî
Ahmed Faruk es-Serhendî, “Mektubât” eserindeki kırk sekizinci mektubunda
şunları beyan ediyor:
“İlim talebesinin
öncelenmesi, şeriatın yüceltilmesi demektir. Çünkü onlar, Peygamberî şeriatın
ve Mustafa (s.a.s) ümmetinin taşıyıcılarıdır.
Kıyamet günü
insanlar şeriatten sorulacaktır, tasavvuftan sorulmayacak!
Cennete girmek ve
cehennemden uzaklaşmak, şeriatın emirlerini yerine getirmeye bağlıdır.
Kâinatın en
üstünleri olan Peygamberler, -Onlara
salât ve selân olsun- bütün insanları şeriatlarına dave etmiş ve kurtuluşun
kaynağı olarak şeriatı göstermişlerdir. Bu büyüklerin gönderilmiş amacı,
şeriatlarını tebliğ etmek, duyurmaktır.
Bu nedenle
hayırların en büyüğü, şeriatın yücelmesine çalışmak, O’nun hükümlerinin her
birini ihyâ etmeye ve uygulamaya gayret etmektir. Özellikle İslâmî değer ve
öğretilerin yok edildiği günümüzde bunun önemi çok büyüktür. Öyle ki, Allah
yolunda harcanan binlerce altın, şeriatın bir meselesini yüceltmek sevabına
denk olmaz. Çünkü bu davranış, yaratılmışların en büyükleri olan Peygamberlere
tabi olmak ve onlarla ortaklık kurmaktır. (Yani, onların yolundan gitmektir.
Onlara Salât ve Selâm olsun.
İyiliklerin en
mükemmelini, Peygamberlerin yaptığı herkesçe kabul edilen bir gerçektir.
Bununla birlikte binlerce altın infâk etmek, Peygamberlerin dışında bir takım
kimselere de nasib olmuştur.
Şeriatı ayakta
tutma, onun hükümleri ile amel etmekte nefsin muhalefeti vardır. Zira şeriat,
nefsin arzusu hilâfına gelmiştir. Ancak mal infâkında bulunmak, bazan nefsin hoşuna
gider. Evet, eğer yapılan infâk, şeriatın kuvvetlenmesi ve ümmetin yücelmesi
için ise, o kimse, pek yüksek derece kazanır. Bu niyetle verilen bir kuruş,
başka işler için diğer zamanlarda harcanan binlerce sadakaya denktir.
Nefsin
esaretinden kurtulmamış bir ilim talebesi, nefsin esaretinden kurtulmuş bir
Sufî’den nasıl öncelikli olur? Denirse, bunu söyleyen kişiü henüz sözün hakikatını anlamamıştır.
Asıl meramımızı kavrayamamıştır. İlim talebesi, kendi nefsinin elinde esir olsa
bile, hiç şübhesiz ilim talebesi, mahlukatın kurtuluşuna vesile olur. Çünkü
şeriatın hükümlerinin tebliği ona bağlıdır. Kendisi bundan faydalanamasa da bu
böyledir. Sufî, nefsinin elinden kurtulmuş olsa dahi, sonuçta sadece kendisini kurtarmış
olur. Onun, mahlukata bir ilgisi yoktur. Kurtuluşu yalnız kendisine özgün olan
ile başkalarının ve büyük bir topluluğun kurtluluşu kendisiyle olanın üstünlüğü,
herkesin kabul ettiği bir gerçektir.”
[17]İslâm Milleti
içinde meslekleri ve fikirleriyle meşhur olmuş bu dört şahsiyetin beyanları
tekrar tekrar okunmalıdır... Gündeme getirdikleri, hakikatın tâ kendisi
olan şaşmaz bir ölçüdür... Bu ölçü, hem şahısları, hem söyledikleri, hem geride
bıraktıkları eserleri, hem de onları takib edenler için her asırda ve her çağda
geçerli olan bir ölçüdür. .. Bu ölçüye göre tartılıp değerlendirilmelidir. ..
Bu ölçüye uyuyorsa kabul, uymuyorsa reddedilmelidir... Bu ölçü, malum zâtların
da beyan ettikleri üzere, Kur’ân ve Sünnet, yani İslâm ve Şeriat ölçüsüdür...
Dinin zâhiri de, bâtını da budur!...
Şeriatın İslâm
demek olduğu hakikatı iyice kavranmalıdır...
Şeriat, zâhiriyle ve bâtıniyle İslâm’dır ve İslâm, yeğane hakikat olup hayat
nizamıdır.... Birileri, bu hakikatı. “Manevî âlem”
adına, onda olmayan ve Ona yapılan iftiralarla eğip bükmemeli, “bâtınî”
anlayışlarla gayesinden saptırmamalı... Ayrıca birileri de, İslâm olan,
İslâm’dan başka birşey olmayan Şeriat kelimesini duyunca tüyleri diken diken
olmamalı, içi kinle dolmamalı ve İslâm Dini’ne düşman kesilmemelidir.
[18]Yeğane Rabbimiz
Allah Teâlâ’nın, başta Önderimiz Rasulullah (s.a.s)’e, O’nun şahsında O’nun
ümmetine emrini bir kez daha hatırlayalım:
“Sonra seni de bu
emir(din)den bir şeriat üzerine kıldık. Öyleyse sen, ona uy ve bilmeyenlerin
heva (istek ve tutku)larına uyma!”